Elazığ’da, tıp fakültesi 2. sınıfta okuyan, 20 yaşındaki Enes Kara’nın intiharı, videoda söyledikleri ve babasının sözleri, çocuk sahibi olma, çocuğun üzerinde hak iddia etme, çocuğu yetiştirme ve hayata hazırlama konularında, aklımızı başımıza toplamamız için oldukça fazla dersler ve uyarılar barındırıyor.
İnsan neslinin (veya bütün canlıların) en büyük amacı canını korumak ve neslini idame ettirmektir. Neslini devam ettirmek için, bir erkek ve bir dişi birlikte karar verip, birbirlerine sevgilerini en çok gösterdikleri anın sonucu çocuk sahibi olurlar. Hatta, hayatlarını garantiye almak için de birden fazla çocuk sahibi olmayı arzu ederler. Ekonomik durumlarına göre de bu amaçlarını gerçekleştirirler.
Çocuk sahibi olduktan sonra (aslında ana rahmine düştükten sonra), anne-babanın çocuğuna karşı sorumlulukları ve hakları başlar. Her anne-babanın, çocuğunun ihtiyaçlarını mutlaka karşılamak ve onun akıl ve beden sağlığını mutlaka korumak gibi bir sorumluluğu vardır. Çocuklarının kılına zarar getirmeyecek kadar hassasiyet göstermek zorundadırlar. Çocuk dünyaya gelmek istediğini anne-babasına söylediği için değil, kendileri dünyaya çocuk getirmek istedikleri için çocuk yapmışlardır. Kendileri yemeyip çocuğuna yedirmek, giymeyip giydirmek anne-babanın ilk ve en önemli görevleridir. Bunları sağladıktan sonra, çocuğunun kişiliğinin sorunsuz gelişmesi, boynunun bükülmemesi, kendisine güvenmesi, hayata hazırlanması da anne-babanın görevleri arasındadır.
Ebeveynlerin çocukları üzerindeki hakları ise; çocuklarının kendi ellerinden kimsenin alınmaması, başkasının sahip çıkamamasıdır. Yani herhangi bir gücün, “evet, dünyaya siz getirdiniz ama bu çocuk artık bizimdir” diyememesi, hem doğal hukuk hem de modern hukuk tarafından sağlanmalıdır. Anne-babanın çocuk üzerindeki hakları da sadece bu kadardır, fazlası yoktur, olamaz. Kısaca anne-baba, çocuklarının hamisidir ama hakimi değildir.
Problem, anne-babanın çocukları üzerindeki haklarından ne anladığıyla başlıyor. Bugün, toplumumuzda, maalesef, “madem ki bu çocuğu dünyaya biz getirdik, o halde çocuğumuzun üzerinde her türlü tasarrufta bulunma hakkına sahibiz” anlayışı hakimdir.
“Ben hangi dine inanıyorsam, çocuğum da aynı dine inanmak zorundadır” anlayışı, günümüzdeki en yaygın anlayış ve en önemli problemdir. Yani, herkesin, ailesinin dininden olması gibi bir anlayış hakimdir. Oysa “inanç” tamamen bireysel bir mefhumdur. Anne başka bir şeye baba başka bir şeye inanabileceği gibi, çocuk da başka bir şeye inanabilir. Çünkü, yaratılan her insan, “orijinal, özel, nev’i şahsına münhasır, sui generis, biricik” bir canlıdır. Bunu da yaratıcı böyle arzu etmiştir. Bütün fiziki ve ruhi özellikleri anne-babadan farklıdır. Dolayısıyla, çocuğun, mutlaka ebeveyninin inandığı şeye inanmasını istemek, inancını telkin etmek, dini öğütlerde bulunmak, inanmaya ve dini yaşamaya zorlamak, yani kendisinin bir kopyasını oluşturmaya çalışmak, kendi başına orijinal bir yaratık olan, ebeveynine karşı aslında pek bir sorumluluğu da olmayan “çocuğun” orijinalliğine müdahale etmek demektir. Çocuğu, önce kendi kontrolündeyken, kendi gibi inanmaya, düşünmeye, anlamaya, yaşamaya zorlamak, okuyacağı okulları bu doğrultuda seçmek, arkadaşlarını ve çevresini çocuğunun adına belirlemek, kiminle ve nasıl evleneceğine karışmak, aslında kendi orijinal kararlarını verip, hayatta sağlam bir çınar gibi tutunmasını, birey olması gereken çocuğun gelişimini baltalamak demektir. Anne-babanın buradaki görevi de, ani, yakın bir tehlike gördüğünde muhafaza etmek, bunun dışında, çocuğun takıldığı, tıkandığı, yetersiz kaldığı durumlarda, onun talebi üzerine danışmanlık yapmaktır.
Dikkat edilirse, üzerinde durduğumuz husus, “çocuğun dini tercihinde” ailenin belirleyiciliğidir. Aslında bundan önce, herhangi bir dine inanıp inanmayacağından başlanması gerekir. Bugün, sanki, “zaten, çocukların mutlaka bir dine inanması gerekir, bu garantidir” anlayışı vardır. Geriye, kalan, hangi dine inanacağına karar verilmesidir. Çocuğun, “anne-babanın” dinine inanması da ailede sağlanmaktadır. Bunun yanında, o dinin içindeki hangi mezhebe, hangi meşrebe, hangi tarikata mensup olacağına bile aile karar vermektedir.
Bu konuda daha detaya da inebiliriz. Çocuğun hangi mesleği yapacağına, hangi takımı tutacağına, hangi ideolojiye sahip olacağına, hangi partiye oy vereceğine, hangi kıyafeti giyeceğine, saçını nasıl kestireceğine, ne tür müzik dinleyeceğine, ve daha bir çok şeye de ailesi karar vermek istemektedir.
Bu tür baskı altında yetişen çocukların hepsi, bir video çekip Enes Kara çocuğumuz gibi intihar etmiyor elbet. Ama hepsinin ilk yaratılış orijinalliğinde mutlaka yaralanmalar, eksilmeler, bozulmalar oluyor. Kimi içine kapanık, kimi kendine güvensiz, kimi karar alamayan, kimi risk alamayan, kimi saldırgan, kimi inadına anne-babasına karşı, kimi dine düşman, kimi pasif-agresif, kimi asosyal, kimi sadece kendini haklı gören kişilikler ortaya çıkıyor. Kimi evden kaçıyor, kimi gönderildiği okula devam etmiyor, kimi zorla sahiplendirildiği meslekten nefret ediyor, mesleği yapsa da mutsuz oluyor, kimi evliliklerini mutsuz bir şekilde sürdürüyor veya sürdüremiyor. Bunun en zirvesi de, 20 yaşındaki çocuğun intiharına kadar gidebiliyor.
Tabii ki sorun bununla da bitmiyor. Her çocuk da, kendisi çocuk sahibi olduğu zaman, anne-babasından öğrendiğinin aynısını kendi çocuğuna yapıyor.
Bir diğer yanlışlık da, din ile ahlakın birbirinin aynısı, tamamlayıcısı, gerek şartı gibi yorumlanması. Yani, anne-babanın savunması, “ben çocuğumu, dürüst, ahlaklı, vatanına, milletine faydalı bir fert olsun diye dindar yetiştirmeye çalıştım” oluyor. Anne-babanın, çocuğunu ahlaklı bir birey olarak yetiştirmek gibi mutlak bir görevi var elbet. Ancak, ahlakı yalnızca din eğitimiyle sağlanacak bir olgu olarak görmek büyük yanlışlık. Ahlak dendiğinde anlaşılacak olan, “kişinin, elinden, dilinden, gözünden ve belinden diğer insanların emin ve güvende olması” durumudur. Yani, bir başkasının malına, canına, namusuna el uzatmamak, yalan söylememek, sözünde durmak, emanete ihanet etmemektir. Bu özellikler, dinler ve toplumlar üstü ahlaki özelliklerdir. Din olmadan da bu özellikler insana benimsetilebilir. Ahlaklı birey yetiştirmenin en önemli şartı veya eğitim materyali, anne babanın üstün ahlaklı insanlar olmasıdır. Çocuk ahlaki hasletleri, doğduğu günden itibaren ebeveynlerinden ailede öğrenir. Şayet anne-babanın bu konuda eksikleri varsa, çocuk da bu eksiklikleri ailede görerek yetiştiyse, artık onun ahlakını ne okul, ne kurs, ne yurt, ne cemaat düzeltebilir. Bunu da unutmamak gerekir.
Tabii, bizim ve bizim gibi ülkelerdeki bir başka sorun da, devletin, kendi sınırları içinde doğan her bir vatandaşı, anne-babadan çok, kendi mali gibi gören, onu, devletin resmi ideolojisine göre asker olarak yetiştirmeye kalkışan anlayışıdır. Yine aynı zamanda, sadece semavi dinlere göre değil, yine anne-babanın kendi bağlandığı, din olan ama adına din demediği resmi, seküler dinler ve ideolojilere göre çocuk yetiştirmek de aynı sakıncalı sonuçları doğurur. Ama bu konular başka yazıları gerektiriyor.