Müslüman aydın Ümit Aktaş’ın geçen hafta Neşe Düzel’e söylediği şeyler önemliydi. Taraf’ın “İslamcılar Kadın Çalışsın İster” başlığıyla yayınladığı söyleşide ön plana çıkan mesele de, Türkiye İslamcılarının son yirmi yılda yaşadıkları dönüşümdü.
“1980’lerden önce demokrasi hepimiz için neredeyse bir küfürdü” diyen Aktaş, ekliyordu:
“Demokrasi, değişim, yenileşme, özgürleşme gibi şeyler ancak 80’den sonra İslamcılar tarafından tartışılıp savunulmaya başladı… (Böylece) Alevilerin de, gayrımüslimlerin de kendi kimliklerini özgürce yaşamaları gerektiğini savunan bir anlayış gelişti .”
Biraz toplumsal analiz yeteneği olan herkes zaten bu dönüşümü görüyor. (Bu konularda bildikleri tek kavram “takiyye” olan kör-kütük Kemalistler hariç, tabii.) Fakat yeni yeni oluşmaya başlayan bu “özgürlükçü İslamcılık” anlayışının teorisi de pek oturmuş değil. Dolayısıyla, küçük de olsa bir katkı niyetine, bir kaç fikrimi paylaşayım.
Önce yine Ümit Aktaş’ın ettiği bir sözden yola çıkalım. “Müslümanlar, toplumsal adaletsizliklere ve zulme karşı mücadele etmekle yükümlüdürler, bu da İslam’ı ister istemez siyasallaştırır” demiş.
Bu, doğru bir laf. Ama hemen arkasından gelmesi gereken soru, kritik: “Toplumsal adaletsizliklere ve zulme karşı mücadele”nin yolu ne olmalı?
20. yüzyılda gelişen İslamcı hareket, bu soruya, ne yazık ki, “tek yol, bir İslam devleti kurmaktır” diye cevap verdi. Mümkün olan farklı İslam yorumlarından sadece birini alıp da resmi ideoloji haline getirecek olan bu devletin otoriter olması kaçınılmazdı. Zaten bu fikrin öncüsü olan Pakistanlı teorisyen Mevdudi açıkça yazmıştı 1930’larda; “ İslam devleti… tüm topluma hakim olduğu için faşist ve komünist devletlere benzer” diye.
Laiklik ezberleri
Bu teori, İslam’ın kaçınılmaz neticesi değildi. Daha çok, hem devleti çok mühim ve matah bir şey sanan, hem de özgürlükten çok disiplini önemseyen “ataerkil” zihniyetin bir ürünüydü. Ama o kadar tuttu ki, İslam’ın siyasi alandaki doğal sonucu gibi zannedildi. Böylece “siyasal İslam” ile “İslam devleti projesi” adeta özdeş hale geldi.
Oysaki “siyasal İslam”ın, “laik bir siyasal sistem içinde İslami değerleri savunma çabası” olarak ortaya konması da mümkündür.
Bu, kuşkusuz Türkiye’deki bağnaz laiklik anlayışına uymaz. Çünkü bu anlayış “din ile siyasetin ayrılması gerektiği” ezberi üzerine kuruludur. Gerçekte ise dinden ayrılması gereken şey devlettir, siyaset değil. Devlet tarafsız (ve dolayısıyla laik) kalmalıdır elbette. Ama siyaset İslam’dan da, Hıristiyanlık’tan da, “ diyalektik materyalizm”den de, pozitivizmden de ilham alabilir. (Sonuncusu zaten “Kemalizm” olarak her gün karşımızda.)
Teoriden biraz güncele gelirsek de, söz konusu “özgürlükçü siyasal İslam” anlayışının zaman zaman (ne yazık ki her zaman değil) AK Parti’de yankı bulduğunu söylemek mümkün. Türkiye’nin “özel şartları” bunu açıkça ifade etmeyi zorlaştırsa da, parti yöneticilerinin değerler dünyasında yeri olan “mazlumun ahı”, “Hz. Ömer’in adaleti”, “kimsesizlerin kimsesi olma” gibi kavramlar, siyasetlerini olumlu etkileyebiliyor.
İyi ki de öyle, çünkü öteki tarafın değerler dünyasında “yüce devletin yüksek menfaatleri” ve “devrim yasaları” gibi faşizan temalardan başka pek bir şey yok…
NOT: Katledilişinden bu yana geçen üç yıldan sonra dün yeniden anılan Hrant Dink’i ben de burada saygıyla anıyor, katillerinin ve tüm azmettiricilerinin de hak ettikleri cezaya çarptırılmasını diliyorum. “Yüce devletin yüksek menfaatleri”ni bilemem, ama adalet bunu gerektiriyor.
Star, 20.01.2010