Son dönemlerde Kemalist-ulusalcı cenahın söylem ve jargonunu en çok etkileyen etkenlerden biri darbe soruşturma ve davaları oldu. “Vatanseverlerin, Türk ordusunun, Atatürkçülerin tasfiye edildiği” söylemini davalara konu belge ve delillerin “üretilmiş” olduğu tezi üzerinden uzun süre işlediler. Zaman ilerleyip de operasyonlar gazetecilere ve basılmamış kitaplara gelince de, çıtayı yükseltip emniyet içinde organize olmuş bir “imamın ordusu”ndan ve bir Cemaat olgusundan dem vurmaya başladılar.
Halk, darbe davalardaki tüm usul hataları ve “üretilmiş delil” iddialarına rağmen operasyonlara destek verdi. Zira Türk siyasi hayatının en çalkantılı dönemlerinden biri olan 28 Şubat sürecinden 2010’lara kadar halkın siyasi temsilcisinin sürekli olarak sivil-asker bürokratik vesayet tarafından kuşatılmış olması ve ardı arkası kesilmeyen tehditlere, komplolara maruz kalması davaların “manevi deliller”ini halk nezdinde güçlendirmişti. Dolayısıyla da çoğu kimse iddiaları duyunca “olmamıştır” diyemedi.
Darbe davalarına elbette hükümet de destek verdi. Zira 2004’lü yıllarda kendilerine gazete manşetleri üzerinden yapılan darbe imaları, kapatma davası, Danıştay baskını, Hrant Dink cinayeti vs. olaylar, darbe soruşturma ve davalarının neden yapıldığı konusundaki algısal/zihinsel altyapıyı hazırladı. Ak Parti hükümetinin ve Erdoğan’ın darbe davalarındaki eleştirileri göz ardı etmelerinde bu zihinsel altyapının da katkısı oldu.
Tabii bu arada, son 2-3 yıldır Erdoğan’ın darbe davalarındaki tavrında söylemsel değişiklikler oldu. Özel yetkili mahkemelerin kaldırılması, Başbuğ’u öven açıklamalar vs. bilhassa liberal çevrelerde Ak Parti’nin devletleştiği, sisteme entegre olduğu, derin devleti tasfiyeden vazgeçtiği yönünde algılandı. Bu arada Gülen Cemaati Cephesi (GCC) de bu algının oluşmasında yoğun gayret gösterdi. Yusuf Gezgin, Yavuz Derinsoy gibi müstear isimlerle internet sitelerinde yazılar yazan GCC mensupları Erdoğan’ın bir dönüşüm geçirdiğinden dem vurmaktaydı. Bugün dönüp bakıldığında Erdoğan’ın darbe davalarına bakışının neden değiştiği konusu daha da anlaşılır olmaktadır.
17 Aralık operasyonlarının bir sonucu da işte bu darbe davaları konusunda oldu. Bilhassa Erdoğan’ın “yargılamaların yeniden yapılabileceği” konusunda istekli tavrı dikkat çekicidir. Burada Erdoğan’ın aslında çok daha önceden davalara ilişkin usulsüzlüklerin farkında olduğu yorumu yapılabilir. Belki de Erdoğan derin yapı ile hiçbir zaman uzlaşmamış, aksine derin yapının bizzat kendisi haline gelmekte olan paralel yapıyı görmüş ve tavır değişmişti. Erdoğan’ın bugünkü istekliliğini form değiştiren “öz” derin yapıyı tasfiye etme arzusu ve belki de çok daha önce böyle bir yeniden yargılamayı gündeme almamanın yarattığı vicdan azabının sonucu olarak okumak mümkün.
17 Aralık operasyonun Hükümet kanadındaki etkisine baktıktan sonra bir de Kemalist-ulusalcı kanatta meydana gelen etkisine bakmakta fayda var.
Gördüğüm kadarıyla ulusalcı çevreler, bir sinema filmi seyredercesine yaşanan gelişmeleri büyük bir keyifle izliyor görünmekte, mücadeleye ilişkin kanaatlerini “yolsuzluk iddiaları” üzerine şekillendirmekte ve bol “ayakkabı kutulu” göndermeler yapmaktadırlar. GCC’yi Ak Parti’den daha tehlikeli bulmakla birlikte içlerinden birinin yanında saf tutmamaya özen göstermekteler. Öte yandan bu kesimin siyasi arenadaki en büyük temsilcisi CHP ise ayyuka çıkan iddialardan da anlaşılacağı üzere, bilhassa İstanbul üzerinden GCC ile ittifak kuruyor görünmektedir.
Ancak konuyu bir kez de darbe davaları üzerinden okuyunca ulusalcı/Kemalist çevrelerin tavır alışının darbe davaları üzerinden şekillendirdikleri geçmiş altı-yedi yıl ile büyük bir tezatlık oluşturduğu görülüyor. Zira darbe davalarının yeniden görülmesini gündemine alan kesim Ak Parti iken, bu davaları bizzat yürütmüş görünen kesim GCC’ydi ki bu aynı zamanda düne kadar kendi iddialarıydı. Bırakın idealist olmayı, CHP’nin realist ve faydacı bir tavırla dahi Ak Parti’nin yanında, “komplo”nun karşısında tavır alması ve darbe davaları konusundan gelişmelere ortak olması son yıllarda yürüttüğü mücadele ile daha tutarlı olabilecekti.
Tabii burada Kemal Kılıçdaroğlu’nun da bizzat bir kaset operasyonu ile geldiği yönündeki iddiaları da hatırlamak gerekiyor. Bu açıdan Kılıçdaroğlu’nun önceliğinin darbe davaları ve TSK mensupları değil, onu oraya getirdiği iddia edilen GCC’nin ve yönelimlerinin olması mantıklı görünebilir.
Ancak ne olursa olsun, çok büyük sarsıntıların, yeni ittifakların, yakın tarihle bir kez daha, bu sefer bir başka pencereden sorgulamanın gündemde olduğu şu günlerde, her ne kadar hükümete yapılan tutarsızlık eleştirileri bir nebze haklı da olsa, son tahlilde kendini bir ölçüde revize edebilen Ak Parti çevresinin tutarlılık konusundan muhalefete göre daha başarılı çıktığı görülüyor.
Evet, darbe davaları sırasında demokrat kesimler ve hükümet çevreleri “masumiyet karinesi” ve delillerin basına sızdırılmasına çok ses çıkarmadı. Daha çok büyük resme odaklandı. Ancak bu eleştirileri yöneltenlerin bir zamanların mağdurları olduğu halde bugün aynı hataları yapıyor olmaları eleştirilerini de çok anlamlı kılmıyor. Hatta onları tutarsız bir konuma da sürüklüyor. Öte yandan demokrat çevrelerin ve hükümet çevrelerinin hiç değilse darbe davalarının yeniden görülmesi gerektiği yönündeki özeleştirileri, kendilerini revize ediyor oluşları onları ahlaken daha tutarlı bir noktaya taşıyor
Sonuç olarak yakın dönem Türk siyasi hayatının yeniden yargılandığı, pozisyonların bir kez daha gözden geçirildiği, türlü ittifakların filizlendiği, yeni bir normalleşme sancısının yaşandığı, Atilla Yayla’nın deyimiyle “tarihin şahitliğinde herkesin kendi sicilini yazdığı” bu günlerde yarının kazananı, kendisini günlük siyasi çekişmelerden ve küçük politik hesaplardan kurtarıp tutarlı ve erdemli bir duruş sergileyenler olacak. Yeni bir dünyanın eşiğinde Yeni Türkiye’nin kuruluş sancılarının yaşandığı bu günlerde, “yarın”ın Türkiye’sinde itibarlı olabilmek bugün erdemli olmaktan geçiyor.