Şu günlerde Ankara’da tam olarak nelerin döndüğünü oturduğum yerden bilemiyorum. Mesela Bülent Arınç’ın evi civarında yakalanan subaylar sahiden neyin peşindeydi, bir şey diyemem. Seferberlik Bölge Başkanlığı’ndaki “ kozmik” odadan neler çıktığı da, benim gibi faniler için şimdilik bir sır.
Ama “büyük resme” bakınca görebildiğim bir şey var: Türkiye’nin yarı-totaliter devlet sisteminin totaliter yarısının çatırdamakta olduğu.
Anlatayım. Modern çağın bir ürünü olan totaliterlik, belirli bir resmi ideolojiyi topluma hem zorla dayatan hem de eğitim ve propaganda yoluyla aşılayan devletlerin vasfıdır. Bu modelin dünyadaki altın çağı da iki dünya savaşı arasıdır.
Aynı dönemde bizde de totaliter bir rejim inşa edilir. Hakkını yemeyelim, bizdeki diğer örneklere, örneğin Nazi ve Sovyet modellerine göre çok daha ılımlıdır. Hem idelojisi onlarınki kadar katı değildir, hem de maddi imkanları daha sınırlıdır. Fakat yine de totaliter niteliği su götürmez. Çünkü toplumu bir “ devrim ideolojisi” uyarınca dönüştürmek (“on yılda onbeş milyon genç yaratmak”), bu dönüşüme razı olmayan iç düşmanları (“dahili bedhahları”) da tepelemek azmindedir.
Derken İkinci Dünya Savaşı olur. Bunun sonucunda İtalya ve Almanya, sil baştan yapıp demokrasiye geçer. Sovyet bloku ise totaliter olarak devam eder ki, o da 1989-91 arasında tümüyle yıkılıp yine sil baştan yapacaktır.
İşte tam burada bir “Türk mucizesi” vardır: İkinci Dünya Savaşı’nı teğet geçen ülkemizde, totaliter rejim yıkılmaz. Ama eskisi gibi de kalamaz. Onun için, istemeye istemeye, demokrasiye bir alan açar. Böyle melez bir rejimimiz olur: Yarı demokratik, yarı totaliter. Böylece zevahir kurtarılır, toplumun biraz “ gazı” alınır, ama totaliter ideoloji ve onun “kurumları” aynen korunur.
Her şey provokasyon mu?
2002’den bu yana yaşadığımız sancılı süreç ise şu: 60 yıllık yarı-totaliter rejimimiz de artık sallanmaya başladı. Son bir iki yıldır da çatırdıyor. AK Parti; AB süreci, küresel sistem ve içerideki demokratların da desteğiyle “ yarı demokrasi”nin sınırlarını aşıyor, “yarı totaliter” sistemi tasfiye ediyor.
Bazı seküler demokratlar, bu “ağır çekim devrim”de dindar muhafazakarların oynadığı rolü beklenmedik bir sürpriz sayıyor. Oysa modern totaliter ideolojilere karşı en güçlü toplumsal direnç gerçekten de dinden gelir ve bunun başka örnekleri de vardır. Polonya’da komünizmin çöküşünde Katolikliğin oynadığı rol gibi.
Ancaaak… Tüm bunlar, AK Parti’nin, onun muhafazakâr tabanının ve diğer “demokrasi güçleri”nin ne hatadan münezzeh oldukları anlamına geliyor, ne de kendi içlerinde otoriter eğilimler barındırmadıklarını garantiliyor. Özellikle muhafazakârların, Aleviler, gayrı-Müslimler ve “ laik yaşam biçimli Türkler” konusunda ne kadar müsamahalı olduklarını sorgulamak lazım. Evet, bu sonuncu kitlenin yarı-totaliter devlete yaslanarak “imtiyazlı sınıf” olma hakkı yok. Ama özgürce yaşamaya elbette hakkı var.
Bu açıdan, yazdığı on yazıdan dokuzuna hiç katılmadığım Nuray Mert’in geçenlerde yaptığı “yakın tarihi, bir komplolar tarihi olarak görme” eleştirisini de haklı buluyorum. Memleketteki istisnasız her kötülüğü “derin devlet provokasyonu” olarak yorumlamak, “Sivas’ı da onlar yaptı, misyonerleri de onlar kesti” demek, “bizim bu konularda öz eleştiriye ihtiyacımız yok” demek anlamına geliyor ki, durum hiç öyle değil.
Kısacası “tam demokrasi”ye giderek yaklaşıyoruz ve bu iyi bir şey. Ama bu işin hasbelkader itekleyicisi olmuş kesimlerin de eleştiriye ve öz eleştiriye sürekli ihtiyacı var. Zaten bu olmasa, vardığımız yere demokrasi de denmez.
Star, 30.12.2009