Son ayların en tartışılan konusu yargıda yaşanan sorunlardır. Bu sorunlar o düzeye gelmiştir ki, acil önlemler alınmazsa, sistem tamamen iflas edecek gibi görünmektedir. Tabii ki bu günlere alınması gerekli önlemlerin ertelenmesi neticesinde gelinmiştir.
Peki, bütün bu sorunların çözümlenebilmesi mümkün mü, mümkün ise bu nasıl olacak? Çözüm önerilerine karşı bazı çevreler katı direnç göstermektedir. Sergilenen bu direncin kaynağı nedir, niçin bir çözüm bulunmak istenmemektedir? Bütün bu soruların cevabı çok basit değildir. Çünkü bu soruların hukuki olmanın çok ötesinde cevap ve sebepleri mevcuttur. İşte sorunu asıl çetrefil hale getiren de meselenin bu yönüdür. Çünkü mesele salt hukuki olsa, iktidar ve muhalefet anlaşarak ya da iktidar çoğunluğuna dayanarak kanunları çıkarır, kurumları kurar, mesele çözülür. Ama mesele hiç de öyle sanıldığı gibi salt hukuki ve basit değildir.
ÇÖZÜM SADECE HUKUKTA DEĞİL
Meselenin hukuk eğitiminden, hâkim ve savcı eksikliğine, istinaf mahkemelerinin faaliyete geçirilmemesinden, Yargıtay ve Danıştay’a yeni dairelerin açtırılmamasına, hâkim ve savcı açığının giderilmesine mani olunmasından, AK Parti’nin yargıyı kuşatmak istediği yönündeki kuşkucu ideolojik yaklaşıma varıncaya kadar bir dizi çözülmesi gerekli kronikleşmiş sorunlu alanlar mevcuttur.
Ben burada yaşanan bu sorunlu alanların bütünü üzerinde durmayacağım. Sadece Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK) 102. ve 252/son maddelerinin tatbiki kapsamında yaşanan tahliyeler ile yargı yükünün hafifletilmesi, âdil bir yargılamanın yapılabilmesini mümkün hale getirecek öneriler üzerinde yoğunlaşacağım.
Bir kere CMK 102. ve 252. maddelerde yaşananlar bir sorun mudur? Önce bunun üzerinde duracağım. 102. ve 252. maddelerin yürürlüğe girmesinden önce, üst sınırı olmayan bir tutukluluk hali söz konusuydu. Kişiler hakkında dava açıldığı zaman, mahkemeler takdiri olarak sanıkların uzunca süre tutuklu kalmasına karar verebilmekteydi. Mesela diyelim ki bir dava 15 yıl sürdü, bir kişinin 15 yıl tutuklu olarak cezaevinde yatması mümkündü. 102. ve 252/son maddelerle tutukluluk hali belli bir süre ile sınırlandırıldı.
FİİLİ TUTUKLULUK SÜRELERİ
102/2. maddede şöyle denmektedir: “Ağır ceza mahkemesinin görevine giren işlerde, tutukluluk süresi en çok iki yıldır. Bu süre, zorunlu hallerde, gerekçesi gösterilerek uzatılabilir; uzatma süresi toplam üç yılı geçemez”. Yargıtay buradaki sürenin uzatmalar dâhil en fazla 5 yıl olabileceğini belirtti. 252/son fıkra ise şu şekildedir: “250/1-(c) bendinde öngörülen suçlar bakımından, kanunda öngörülen tutuklama süresi iki kat olarak uygulanır”. CMK 250/1-(c) bendinde başta Anayasal düzene karşı işlenen suçlar olmak üzere çeşitli örgütlü suçlar düzenlenmektedir. Yargıtay bu tür davalarda uzatmalar dâhil azami sürenin 10 yıl olabileceğini söyledi.
Peki bu süreleri nasıl değerlendirmek gerekir? Bu sorunun cevabı iki türlü olabilir. Birincisi, tutukluluk sürelerine bir sınırlama getirilmektedir. Daha önce hiçbir sınır mevcut olmadığı için, bu maddelerle tutukluluk süreleri kısaltılmış olmaktadır. Bu yönü itibariyle tutuklular lehine bir iyileşmenin mevcut olduğu söylenebilir. İkincisi, Yargıtay’ın içtihadı ile şekillenen bu sürelerin, demokratik hukuk devleti ilkeleri yönünden değerlendirildiği zaman makul ve âdil olup olmadığı meselesi karşımıza çıkmaktadır.
TUTUKLAMA CEZA DEĞİL TEDBİRDİR
Ben burada meselenin ikinci boyutu üzerinde durmak istiyorum. Bir kere tutuklama bir cezai yaptırım, bir infaz türü değil, bir güvenlik tedbiridir. Maksat adaletin gerçekleşmesi için delillerin karartılmasını, tamamen veya kısmen yok edilmesini ya da sanıkların kaçarak infazın imkânsızlaşmasını önlemektir. Şayet bu tehlikeler mevcut değil ise, yani tutukluluğu lüzumlu kılan şartların takdire bağlı olarak ortadan kalktığı düşünülüyorsa, o zaman tutukluk haline son verilmesi gerekir. Makul ve âdil olan budur. Bu süreler, hiçbir zaman ülkemizde tatbik edildiği şekilde temyiz aşamasını da kapsayacak şekilde çok uzun zaman dilimine yayılmamalıdır. Bugünün adalet ve hukuk devleti telakkileri ile bu kadar uzun süreli tutuklamaları bağdaştırabilmek çok zordur. Bu vesileyle 5 ya da 10 yıllık tutukluluk süreleri, hem gayrı adil, hem de tutukluluğun cezalandırmaya dönüşmesi neticesini doğurmaktadır. Bu vesileyle tutukluluk halinin mümkün olduğu kadarıyla makul düzeye çekilmesi gerekir.
Gelelim Türkiye’de son tahliyelerle bağlantılı olarak yaşanan tartışmalara. Bir yandan yaklaşık 10 yıldır sürmekte olan Hizbullah Davası sanıklarının, diğer yandan başta bazı PKK’lılar olmak üzere diğer bazı örgütlü suçlardan yargılanan sanıkların tahliye edilmeleri geniş tartışmalara sebep olmuştur. “Efendim bu azılı katiller nasıl tahliye edilir; bunlar nasıl aramızda dolaşırlar”? şeklinde yakınmalar ortaya çıkmıştır. Bu durumun toplum vicdanında derin yaralar açılmasına sebep olduğu belirtilmekte, bu zeminde infialler yaşanmaktadır.
ESAS SORUN TAHLİYELER Mİ?
Burada bir soru sormak istiyorum: “Acaba asıl infiale sebep olması gereken ve temel sorunun kaynağını teşkil eden bu tahliyeler midir; yoksa sorunun kaynağı bir başka şey midir?” Bu sorunun cevabı son derece önemlidir. Kanaatimce burada tahliyeleri sorunun tek kaynağı olarak görmemek gerekir. Hatta belki de tahliyeleri temel sorun olarak değil, sorunun hafifletilmesi olarak görmek gerekir. Sanıklar kim olursa olsun, önce insandırlar. Dahası tutukluluk cezalandırma ve infaz değil, bir güvenlik önlemidir. Şayet tutukluluk hali bu sınırların dışına çıkılması neticesini doğuruyorsa, âdil olan, tahliyelerin yapılmasıdır. Burada tahliye ile aklanma karıştırılmaktadır; sanki “tahliye etme neticesinde, bu kişilerin beraat ettirilerek aklandığı, yargılamanın sona erdiği, artık bu kişilere hukuki zeminde hiçbir şeyin yapılamayacağı” şeklinde bir algı mevcuttur. Oysa bunların hiçbiri mevcut değildir. Yargılama devam etmektedir; fakat bu yargılama tutuklu olarak değil de, tutuksuz olarak devam etmektedir. Şayet tutuksuz yargılamayı mümkün kılan hukuki şartlar mevcut ise, âdil olan tutuksuz yargılamadır; davacı ya da davalı kim olursa olsun bir şey değişmez.
TÜRKİYE’DE DAVA SÜRELERİ UZUN
Bence burada asıl mesele, tahliyelerin yapılmasından ziyade davaların bu kadar uzun sürmesi, hatta o kadar ki, bu yargılamadaki uzunluk sebebiyle bazı davaların zamanaşımına uğrayarak düşmesi, bu konuda alınması gerekli önlemlerin yetersiz kalmasıdır. Hiçbir medeni ülkede bazı davalar, ülkemizde yaşandığı şekilde yargılamaların uzunca süre sürüncemede kalması sebebiyle zamanaşımına uğramaz. Hiçbir medeni ülkede dosyalar bizdeki kadar yığılı değildir. Hiçbir medeni ülkede, yüksek yargıda bizdeki kadar yüzeysel inceleme yapılmaz. Hiçbir medeni ülkede bizdeki gibi yüksek yargıdan çelişik kararlar çıkmaz. Bütün bunların en büyük sebebini, yığılan dosyalar, bunların âdil bir şekilde incelenebilmesini mümkün kılacak sayıda hâkim ve mahkemelerin olmaması teşkil etmektedir. Meseleyi şu somut misal ile ortaya koymak istiyorum. Bir Yargıtay Dairesi’ni ele alalım. Bu Daire’de 5 üyenin, 20 tane de tetkik hâkiminin olduğunu düşünelim. Her tetkik hâkimi haftada ortalama 25 ile 30 arasında dosyayı hazırlayarak ilgili Daireye sunmaktadır. Bunları 20 ile çarparsak 500 ile 600 arasında değişen dosya eder. Sormak isterim 5 kişilik heyet bir haftada (5 günde) bu kadar dosyayı yeterince nasıl inceleyebilir? Bunun mümkün olduğunu söyleyebilmek imkânsızdır.
DOSYA YIĞILMASI NASIL ÖNLENİR?
Burada çözümlenmesi gereken temel sorunların başında yargılama sürelerindeki anormal uzunluk; buna sebep olan dosya yığılmaları gelmektedir. Burada ilk elde yapılması gerekenlerin başında hâkim ve savcıların sayısının medeni ülkelerdeki düzeye çıkarılması, Yargıtay ve Danıştay’da Daire sayılarının yeterli düzeyde artırılması, yeterli alt yapı kurulduktan sonra gecikmeksizin istinaf mahkemelerinin devreye girdirilmesi gelmektedir. Bu temel soruna çözüm geliştirirken, yapılması gereken, yargılama süresini kısaltmak adına dosyaları jet hızıyla yeterince inceleme yapılmaksızın sonlandırmak değildir. Acilen ilk elde yapılması gereken, hem her bir dosyanın yeterince incelenmesini mümkün kılacak bir sistemin kurulması, hem de dosyaların yığılmasını önleyici önlemlerin alınmasıdır.
Bunları tamamlayıcı önlemler olarak uzlaşma, ombudsmanlık vb. alternatif çözümler etkinleştirilmeli, bu yolla ihtilafların yargıya intikali önlenmeli, hâkim ve savcıların mesleki eğitimleri daha nitelikli hale getirilmeli, hukuk eğitiminde zihniyet temelli köklü değişimler yapılmalıdır.
YeniŞafak,15.01.2011