Mustafa Kemal Paşa, 5 Şubat 1924 günü gazetecilere verdiği bir yemekte şöyle diyordu:
“Arkadaşlar, Türk basını… Cumhuriyet’in çevresinde çelikten bir kale vücuda getirmelidir, bir fikir kalesi, bir zihniyet kalesi… Basın mensuplarından bunu istemek, Cumhuriyet’in hakkıdır.”
Söz konusu “Cumhuriyet” ise, sadece bir “idare şekli” değil, epey sık dokulu bir ideolojiydi. Hatta, bir köşe yazarının geçenlerde övünerek belirttiği gibi, “bir yaşam biçimi, bir tutum, bir tavır, bir gerçeklikle ilişkiye geçme yolu” idi.
Bu “gerçeklikle ilişkiye geçme yolu” 19. yüzyılın kaba pozitivizmine ve vülger materyalizmine dayanıyor, bunu tüm topluma dikte etme projesi de 20’li yılların otoriter rejimlerinden ilham alıyordu.
Bu projenin mağdurları da kısa sürede şekillenecekti: Dindarlar “örümcek kafalı yobazlar”, liberaller “vatan haini”, Kürtler de “dağ Türkü” sayılacaktı.
İşte basın mensuplarından istenen, buna göre bir “bir fikir kalesi, bir zihniyet kalesi” örmekti.
Peki ya bu işlevi reddeden basına ne
olacaktı?
Cevap, CHP kodamanlarından Recep Peker tarafından, 4 Mart 1925 tarihli Takrir-i Sükun Kanunu çıkarılırken verilmişti. “Bu kanunun teklif edilmesine İstanbul basını sebeptir” diyen Peker, şöyle devam ediyordu:
“İşte biz bu yılan yuvalarını tahrip etmek ve susturmak azmindeyiz. Bu yılanlar, bu zehirli yuvalar, kanun kuvvetiyle dezenfekte edilmedikçe, memleketin rahat yüzü görmesi ihtimali yoktur.”
Gerçekten de çeyrek asırlık CHP diktası basını epey “dezenfekte” etti. Gazeteler kapatıldı, İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanan gazetecilere hapis ve sürgün cezaları verildi. Tüm basın zapt-u rapt altına alındı ve dönüştürüldü.
Sonuçta da gerçekten “bir fikir kalesi, bir zihniyet kalesi” ortaya çıktı.
Böylece resmi ideolojinin dili, “ana akım Türk basını”nın da dili oldu. Resmi ideolojinin iç düşmanları, bu basın tarafından da aşağılandı, kötülendi, hedef gösterildi. “Ağzından salyalar akan mürteci” karikatürleri, onyıllarca gazete ve dergi sayfalarını süsledi. “Kürtçe şarkı yapacağım” dediği için Ahmet Kaya gibi sanatçılar, “Kemalist dönemde özgürlükler geriledi” dediği için Atilla Yayla gibi akademisyenler manşetlerle linç edildi.
İşte Türk medyasındaki en büyük “yandaşlık” sorunu budur. Yani “otoriter devlete yandaşlık” durumudur. Bu işi onyıllardır gururla sürdürenlerin, “siyasi partiler arasında taraf tutmadıklarını” söyleyerek kendilerini “objektif” saymaları ise, traji-komiktir. Çünkü herkes bilir ki, Türkiye’deki temel siyasi mücadele, siyasi partiler arasında değil, atanmışlar ile seçilmişler arasındadır.
Atanmışların borazanı olmak ise, bir siyasi partiye “yandaş” olmakla kıyaslanamaz. Demokrasilerde ikincisinin yeri kuşkusuz vardır. (ABD’de Fox News alabildiğine Cumhuriyetçi, MSNBC ise bir o kadar Demokrattır mesela.)
Ama demokrasilerde ne “devlet ideolojisi” olur, ne de “devlet ideolojisi yandaşlığı”.
İşin en kötüsü, söz konusu yandaşlık bazen doğrudan “devlet talimatı” (örneğin 28 Şubat’ta olduğu gibi “askeri karargahta belirlenen manşetler”) gerektirse de, çoğunlukla buna ihtiyaç dahi kalmamasıdır.
Çünkü yandaş medyanın mensupları, zaten resmi ideoloji tarafından üretilmiş bir zihinsel fanus içinde yaşamakta, dünyaya o at gözlükleriyle bakmaktadır.
Yani sadece gazeteleri değil, beyinleri de “dezenfekte” edilmiş haldedir.
NOT: Bu “beyin dezenfeksiyonu” konusunda, siyaset bilimci Serdar Kaya’nın yeni yayınlanan “Endoktrinasyon ve Türkiye’de Toplum Mühendisliği” adlı kitabını şiddetle tavsiye ederim. (nirengikitap.com)
Star, 31.05.2010