Wikileaks ve Devletlerin Çirkin Yüzü*

Wikileaks olayı birçok kesimde değişik tepkilere yol açtı. Hemen herkes olayı ve ortaya saçılan ‘belge’leri kendi tezini kuvvetlendirmenin aracı olarak kullanmaya çalıştı. Kimi, belgelerin sızdırılmasının vahimliğinden söz etti. Kimi, ABD’nin diğer ülkelere bakışındaki küstahlık ve saygısızlığa işaret etti. Politikacıların bazıları ve diplomatların çoğu raporları rakiplerini yıpratmanın aracına dönüştürmek için çırpındı. Birkaç köşe yazarı olayı Ergenekon’dan yargılanan sanıkların masumiyet karinesine dönüştürmeye yönelik satırlar karaladı. Bunların ve benzer diğer yaklaşımların hepsi devletçi bir bakışı yansıtmaktaydı. Açık veya örtülü olarak devletlerin belgelere (daha doğrusu resmî görevlilerin bildirimlerine) yansıyan işleri yapmaya haklarının olduğunu, ama belgelerin deşifre olmasının vahim bir durum teşkil ettiğini; bu tür olayları (yani belgelerin sızmasını) önlemek için daha sıkı tedbir alınması gerektiğini; ülkemizin aşağılandığını vs. kabul etmekteydi. Sadece sayıları bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda yazar, olayın modern ulus devletlerin çirkin yüzünü teşhir ettiğini vurguladı.

Önceki iki yazıda faşist ve Nazi suçları yanında sosyalist suçların da hukuken yargılanması, ahlâken ve vicdanen kınanması gerektiğini anlatmaya çalıştım. Daha ziyade ideolojik pozisyonlar üzerinden analiz yaptım. Ancak, ideolojisi ne olursa olsun, bütün devletlerin eli kirli. Devletler, özellikle 20. yüzyılda, insanlığın adeta vebası gibi oldu. Wikileaks olayı, belgeleri sızdırılan ABD’nin de, belgelere konu yapılan devletlerin de ne kadar kirli olduğunu gösteriyor. Temiz devlet bulmak imkânsız. Ne var ki, gücüne veya ideolojik konumuna bağlı olarak, devletler hem kendi halklarına hem insanlığa karşı işledikleri suçlardan, çevirdikleri tezgâhlardan, tabir caizse, “yırtabiliyor”.

20. yüzyılda devletlerin kendi halklarına karşı kitle katliamları Rusya’da sosyalist bir rejimin kurulmasıyla başladı. Bu katliamlarla ilgili olarak hâlâ yeni bilgi ve belgeler gün yüzüne çıkıyor. Meselâ, Eylül 1988’de Minsk (Beyaz Rusya) yakınlarındaki Kuropaty köyünde bir toplu mezar bulundu. Uzmanlar başta mezarda 102 bin kişinin yattığını tahmin etti. Rakam sonra 250-300 bin olarak düzeltildi. Köyün sakinleri 1937’den Haziran 1941’e kadar cinayetlerin hiç durmadığını söyledi. Bir köylü ‘beş yıl boyunca, silah sesleri yüzünden uyuyamadığını’ itiraf etti. 1989’un Mart ayında bir Sovyet komisyonu Kiev’in (Ukrayna) dışındaki Bykovnia’daki toplu mezarlarda yatan 200-300 bin kişinin önceden inanıldığı gibi Naziler değil Stalin’in gizli polisi tarafından öldürüldüğünü açıkladı. Toplu katliamlar Sovyet Rusya’da sıradan bir işti. Katliamlar kadar yapılış biçimleri ve gerekçeleri de iğrençti. Yıllar boyunca, akademik muhitlerde bile, özellikle Almanya’da, komünist suçlar dile getirilemedi. Konuyu gündeme almak isteyenler (Ernst Nolte gibi) terörize edildi. Oysa hem somut deliller vardı hem de yapılanlar Bolşevizm’in ideolojik mantığına ve amaçlarına uygundu. Önde gelen Bolşeviklerden Zinoviev, daha 1918’de, Rusya’da 10 milyon kişinin öldürülmesine ihtiyaç olduğunu söylemişti. Sonuç olarak, ‘Gulag, Auschwitz’den önce geldi’.

Naziler Sovyet Rusya’da olanların bilgisine sahipti. Devlet terörü yoluyla demografik yapıyı dönüştürmenin mümkün olduğu fikrini edinmelerine Sovyet teşebbüsleri yol açtı. Bu uğurda sadece Yahudileri değil, Romanları ve engelli, akıl hastası Almanları da yok ettiler. Ya müttefikler? Onlar insanlığa karşı suç işleyen katillere karşı harekete geçen melekler miydi? Pek değil. İnsanlığa karşı suçlar ABD ve İngiltere tarafından da işlendi. Ya da bu ülkeler insanlığa karşı suçların bir kısmına göz yumdu, destek sağladı. Mühim bir suç, II. Dünya Savaşı’nda Alman şehirlerinin bütün hayatı yok etmek amacıyla korkunç bir bombardımana tabi tutulmasıydı. Şehirler adeta yıkıldı ve 600 bin kişi öldü. Bombardımanın tarzı, çapı ve amacı insanlık dışıydı. Morgenthau’nun akıl hocalığı altında Rooselvelt ve Churchill Eylül 1944’te Quebec’te şartsız teslim olacak Almanya’yı bir köylü toplumuna çevirmeyi, bütün endüstriyi yok etmeyi, Ruhr’daki kömür madenlerini bile sel altında bırakmayı planladı. Bunun anlamı Alman nüfusunun yarısının yok olmasıydı. Vicdanlı insanların ikaz ve itirazları üzerine bu plan iptal edildi.

Savaş bitince Amerikan ve İngiliz politik ve askerî liderleri Sovyetlerden kaçan yüz binlerce insanın geri dönmeye zorlanmasına izin verdi. Bazılarını kendi eliyle teslim etti. Bu zavallıların çoğu öldürüldü, kalanlar Gulag’a sürüldü. Korkunç ve unutulmuş bir olay 1945’te başlayan Alman sürgünüydü. 16 milyon Alman, nesillerdir yaşadıkları Doğu Prusya, Pomerania, Silesia, Sudetland gibi yerlerdeki topraklarından sökülüp atıldı. Malları mülkleri gasp edildi. Dehşet verici şartlar altında göç yollarına düştü. Saldırıya, tecavüze uğradı. Toplama kamplarına tıkıldı. Toplam iki milyon Alman öldü. Bu dehşetin tarihte bir emsali daha yoktu. Yıllar sonra, bu zulmü dile getiren tarihçi Alman akademisyenler, başta Habermas olmak üzere, sosyalist yazarlar tarafından, Nazi suçlarını dengeleme çabası içinde olmakla suçlandı. Macar yazar G. M. Tamas 6 Mayıs 1989’da Spectator‘da yayımlanan “The Vanishing Germans” adlı yazısında buna işaret etti: “Yahudiler öldürüldü ve yasları tutuldu… Almanlar için kim yas tuttu? Silesia, Moravio ve Volga bölgesinden kovulan, uzun yolculukları boyunca katledilen, açlıktan ölen, kamplara hapsedilen, ırzına geçilen, korkutulan, aşağılanan milyonlar için kim suçluluk duyuyor?”

Avrupa’da kitle katliamlarının yolunu I. Dünya Savaşı açtı. Almanlar bu savaşta denizaltılarla binlerce sivili katletti. İzleyen yıllarda hiçbir büyük Avrupa devleti kitle katliamlarından uzak kalmadı. Ancak, önce sosyalist, sonra faşist ve nasyonal sosyalist sistemlerin doğması insan ahlâkını tamamen çarpıttı ve devlet terörüne ve kitle katliamlarına inanılmaz boyutlar kazandırdı. Bunu iki unsur kolaylaştırdı: Totaliter ideolojiler ve devasa devlet aygıtları. Totaliter sistemlerin yaptıkları dehşet vericiydi. Ne var ki, totaliter ideolojilere göre şekillenmeyen devletler bile, işaret ettiğim üzere, insanlığa karşı suçlara bulaştı. Bu gerçek şunu gösteriyor: İdeolojik pozisyonunun ne olduğuna aldırmaksızın devletlere şüpheyle bakılmalı. Devlet denilen aygıt, son derece tehlikeli. Bu yüzden, vicdan sahipleri, aralarında ‘iyi’ ve ‘kötü’ ayrımı yapmadan devletleri sınırlamaya, kontrol etmeye, denetlemeye çalışmalı. Bunun mühim bir ayağı olarak da, ‘millî güvenlik’ ve ‘millî çıkar’ kavramlarını ve sonuçlarını sorgulamalı. Wikileaks olayı, bana göre, bunun ne kadar acil ve mühim bir görev teşkil ettiğini kanıtladı.

————————————————–

*10.12.2010 tarihinde yayınlanan yazım

 

 

 

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et