Türkiye’deki siyasi, iktisadi, toplumsal ve kültürel değişikliklerin neticesinde asker-sivil bürokrasinin vesayet rejimi fiilen çöküyor. Bu fiilî çöküşün, siyasi hukuka yansımaları son anayasa değişikliği referandumunda olduğu gibi eski rejimin kurumları ve siyasi aktörlerinin sert direnişiyle karşılaşıyor.
Ancak değişim artık öyle bir noktaya ulaştı ve eşiği aştı ki, direnişin resmi aktörleri artık siyasal olanın alanına girerek bir savaş ilanını göze alamıyorlar. Tam aksine değişimin siyasi aktörlerini aşacak bir şekilde sivil aktörleri, artık bu tür tecavüzlere sivil, hukuki ve siyasi cevap verilmesi konusunda müthiş bir özgüven sahibi konuma yükseldiler.
Son anayasa değişikliği paketinin CHP tarafından Anayasa Mahkemesi’ne götürülmesi ve AYM’nin yetkisini aşmak suretiyle yeniden Anayasa’yı ihlal ederek anayasa değişikliği paketinin sıklet merkezini teşkil eden maddelerin iptal edilebileceği endişesi karşısında, Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı Osman Can’ın AYM kararını yok saymak teklifi ve bu istikametteki tatışmalar bu bakımdan tarihî bir dönüm noktasını temsil ediyor. AYM, kamuoyunda yükselen bu eleştiriler ve siyasal alana girmesinin kurumsal ve içinde bulunduğu cepheye getirebileceği maliyetleri hesaba katarak paketin yargıdaki reform veçhesini de ortadan kaldırmayan bir kısmi iptal kararı verdi. Bu karar, AYM’yi sadece geleneksel müttefikleri nezdinde değil, siyasi iktidar ve reform cephesi içinde de ağır eleştirilerden kurtaramadı. Reform cephesinden yükselen haklı eleştiriler, AYM’nin politik hattan çekilişinin net bir şekilde görülüşünü engelledi.
Reaksiyoner cephenin yeni politikası
Reform taleplerinin yargı, asker, geleneksel siyasi aktörler ve eski merkez medya tarafından anayasal düzen zorlanarak engellenme çabalarının reform ve demokratikleşme iradesini kırmak bir yana, tam aksine tahrik etmesi ve arkasındaki toplumsal gücün artışı, bu cephenin yeni bir açık savaş ilan etmesini engelledi. Reaksiyoner cephe, güç ve savaş geleneğinden geldiği için çok zorlansa da geleneksel yollarla girdikleri savaşı kaybettiklerini görerek, politika ve strateji değişikliğine yönelmiş durumda. Bu değişikliğin dört ayağı var: İlk ayakta karşı taraftan ziyade kendi cephesinde iç yapısını değiştirerek meşru zeminde bir mücadeleye hazırlanılıyor. İkinci olarak AK Parti’ye muhalif siyasi odakların kendilerini yenileyebilecekleri ve siyasi olarak AK Parti’yi yenebilecekleri bir siyasi alan açılıyor. Üçüncü ayakta AK Parti, İsrail’le bozulan ilişkileri, komşularla sıfır sorun ve çok yönlü dış politika anlayışıyla Batı ekseninden kopuş iddiaları ABD’de neo-con ve Musevi lobisi marifetiyle yaygınlaştırılarak dışarıda tecrit edilmeye çalışılıyor. Dördüncü olarak asker-sivil bürokratik vesayet cephesinin deşifre olan gayri meşru işler yapan unsurları, “ikinci bir emre kadar” pasifize edilerek bu alan tamamen PKK’ya bırakılıyor. Bu şekilde AK Parti iddialı olduğu demokratik açılımdan geri adım atmaya, acizleşmeye veya otoriterleşmeye, bu şekilde kendi iç koalisyonunu dağıtmaya mecbur edilmek isteniyor.
AYM’nin AK Parti’yi kapatma kararı verememesinden sonra gelişen bu yeni politika ve strateji, CHP’de Deniz Baykal’ın laiklik üzerinden bir rejim krizi politikası yerine yolsuzluk ve yoksulluk eleştirileri ve muhafazakâr kesimleri rahatlatacak açılımlarla hayata geçmeye başlamıştı. Baykal’ın kaset komplosuyla gitmesinden sonra, yerine Kemal Kılıçdaroğlu’nun gelmesiyle bu politika daha etkin bir şekilde hayata geçirildi. Nitekim bugün anketlerde CHP’nin oy nispetinin % 30’lara ulaşması, bu yeni politikanın ilk başarılarından biridir.
AYM’nin reform paketinin sıklet merkezini ortadan kaldıracak bir karar vermemesi de bu çerçevede değerlendirilebilir. Referandumun kabul edilmesi ve reformun hayata geçmesi, yakın dönemde AK Parti’nin bir başarısı olarak görünse bile, muhafazakâr ve özgürlükçü seçmeni, üzerinde hissettiği asker-sivil bürokrasinin vesayetini kaldıracağı için rahatlatacak ve AK Parti dışındaki siyasi seçeneklere daha açık hale getirebilecektir. Buna bağlı olarak bilhassa Saadet Partisi’ndeki yenilenmeyle veya başka bir merkez sağ aktörün ortaya çıkmasıyla AK Parti seçmenine alternatifler sunulabilecektir. PKK terörünün AK Parti içindeki Türk ve Kürt milliyetçiliklerine duyarlı kesimleri rahatsız etmesi ihtimali de, AK Parti seçmeninin parti sadakatinin bir başka açıdan zorlanmasını beraberinde getirecektir.
Bu çerçevede CHP’nin seçim barajının % 7’ye çekilmesi yönünde verdiği teklif, hem BDP’ye hem de Saadet Partisi’ne yönelik hamleleri ifade etmektedir. Şayet seçim barajı düşürülebilirse veya baraj % 10 kaldığı halde barajı aşabilen parti sayısı artarsa, en büyük parti olan AK Parti’nin aşkın temsil imkânıyla kazandığı fazla sandalyeler düşürülebilecektir. Bu bakımdan CHP’nin kabul görmeyen barajı düşürme teklifi yerine, AM’de barajın Anayasa’nın temel ilkelerine aykırı olduğu iddiasıyla yapılabilecek bir başvurunun AM’nin çoğulculuk ve demokrasiyi keşfederek barajı iptal etmesi absürt ihtimalini dahi akla getirebilir.
MHP: En zor durumdaki parti
MHP, reaksiyoner yönüyle terörün artması durumunda AK Parti’den kopabilecek oyları toparlayabilecek pasif bir aktör olmanın ötesinde bir role talip değil gibi görünüyor. MHP reaksiyoner cephenin sıklet merkezi olmayı hiç denemediği gibi, mevcut kadrosu, ideolojik yükü ve misyonu itibarıyla bunu becerebilecek bir ehliyete de sahip görünmüyor. MHP’nin sert söylemi, esnemeyi ve modern bir siyasi partinin değişme kapasitesini neredeyse imkânsızlaştırıyor. Bu bağlamda CHP’de Kılıçdaroğlu rüzgârının devam etmesi ve Saadet Partisi’ndeki değişimin etkisi, anayasa değişikliğine karşı çıkışın MHP’nin çekirdek kadrolarında yaratacağı tepki kimi kamuoyu araştırmalarında görülen düşme eğilimini devam ettirirse, MHP’yi yeniden barajın altına çekebilir.
Bu tablo içinde PKK’nın yeniden “orta düzeyde savaş”a yönelmesi, BDP’yi iyice marjinalleştirecektir. Öcalan ve PKK, bu ortamda kendilerine bir yol açmak, kendilerini sosyolojik taban itibarıyla tasfiye etmeye en yakın parti olarak görünen AK Parti’den kurtulmak ve Kemalizm’in simetrik muhalifi olarak bürokrasiyle bu tasfiye sonrasında anlaşmak ümidini taşıyor olabilirler. Öcalan ve PKK’nın amacı, kan dökerek Türkiye’de vesayet rejiminin tasfiye olmasını engellemektir. Vesayet rejiminin şiddetle ihtiyaç duyduğu ve eskiden konrtgerillanın stratejik gerginlik konseptiyle döktüğü kanı, bugün Öcalan ve PKK dökmeye taliptir. Bu bakımdan aralarında iddia edilen şaibeli ilişkileri ihmal ederek, zımni bir stratejik ittifaktan bahsedebiliriz. Öcalan ve PKK, bu şekilde kendi cephelerinde kurdukları vesayet rejiminin devamını da garanti altına almak istemektedirler.
Bu planda hesap edilmeyen şey, Türkiye’deki büyük değişimdir. Artık kan dökülmesi, vesayet rejiminin yeniden inşa edilmesini değil, vesayet rejiminin geleneksel kurumlarının zayıflamasını ve demokratikleşme, sivilleşme ve özgürleşme taleplerinin yükselmesini beraberinde getirmektedir. Bu durum Öcalan ve PKK için de geçerlidir. Artık onlardan bağımsız STK’lar, bu vesayetin dışında bir barış ve siyaset önerebilmektedir. Öcalan ve PKK, son savaş kararlarıyla müthiş bir moral zemin kaybı yaşamışlardır. Çatışmanın sıcaklığı geçtiğinde bu kaybın PKK tabanında da olduğu görülecektir. Bu bağlamda savaş kararı, DHKP-C’nin moral çöküşünü getiren cezaevlerindeki ölüm oruçlarına benzemektedir. Bu yeni dengenin ve aktörlerin varlığı, vesayetin bütün taraflarını zor durumda bırakmaktadır. Üstelik bu planın dış ayağı aksamaktadır. PKK dışarıda da AB’de, Suriye, İran ve bilhassa Irak’ta tecrit edilmektedir. Türkiye’deki güvenlik sektörünün de giderek ağırlaşan eleştiriler karşısında, bir başarıya ihtiyaçları olduğu hatırlanmalıdır. Bu bakımdan PKK’nın tamamının değil, ama lider kadrosunun çok ciddi bir tehlike içinde olduğu anlaşılıyor. Bu bakımdan Öcalan ve PKK’nın son “orta şiddette savaş” kararından dönerek, yeniden ateşkes dönemine girmesi ciddi olarak ihtimal dahilindedir. Bu vadide PKK terörü üzerinden AK Parti’nin sıkıştırılması planı, büyük bir hata yapılmazsa başarısız kalmaya yakın gibi görünmektedir.
AK Parti ve yenilenme
Bütün bu gelişmeler ve reaksiyoner cephenin yeni hamleleri karşısında AK Parti’nin ve demokrat sivil kamuoyunun vereceği cevap, merak konusudur. AK Parti’nin CHP’deki Kılıçdaroğlu rüzgârı, Saadet Partisi’ndeki yenilenme ve PKK terörünün yaratabileceği tahribat karşısında ne ölçüde kendini yenileyebileceği, büyük ölçüde karşıdaki cephenin ittifakını bozabilecek politika hamlelerine bağlı olacaktır. AK Parti’nin 8 yıl iktidarda kaldıktan sonra hâlâ % 40 oy alabilmesi, elbette büyük bir başarıdır. Ancak bu başarıya rağmen, AK Parti’nin seçimlerde muhalefete düşme ihtimali de vardır. Bu durumda yapılması gereken, karşı cephedeki ittifakı bozacak hamlelerin yanında AK Parti’yi daha büyütecek bir yeni misyon arayışıdır. AK Parti, referanduma sunulacak anayasa değişikliğiyle yetinmeyerek reform hamlesine devam ederse ve ekonomideki büyümeyi devam ettirme azmi gösterirse, vesayet rejiminin tamamen tasfiyesini gerçekleştirebilir.
Zaman, 12.07.2010