Umut Kara – “Arsız Balıkçılar Davası” üzerinden Türkiye-AB İlişkileri

Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) üyelik müzakereleri, sürecin en durgun zamanlarını yaşıyor. Bu durgunlukta hem AB’nin hem de Türkiye’nin payı olduğunu söylemek mümkün. Kimi yorumcular Türkiye-AB ilişkilerinin artık eskisi gibi olamayacağını özellikle yükselen imajıyla Türkiye’nin AB bürokrasisiyle kaybedecek zamanı olmayacağını belirtiyorlar. Avrupa Birliğine tam üyelik hedefinin, Türk dış politikasını uzun yıllar şekillendirici bir etkisi olması nedeniyle bu hedeften ayrılmanın ortaya çıkaracağı olumsuzluklardan çok Avrupa ile bütünleşme yerine hangi politikanın ikame edileceği yönündeki belirsizlik önemli bir sorun olarak önümüzde duruyor.  Özellikle iç politikada vurgulanan tam üyelik konusunun yarattığı beklenti ile gündeme geldiği her gün medyanın da desteği ile “tu kaka” ilan edilen özel statülü üyelik konusunun ele alınamaması Ak parti hükümetini zor durumda bırakıyor.

Artık ifade etmek gerekir ki Türkiye’nin AB tam üyelik hedefi olumlu olmakla birlikte gerçekçi bir yaklaşım değildir. Son yıllarda gerçekleşen genişlemelere bakılarak yapılan “Türkiye kapıda bekletiliyor” tarzı yorumların politik bir gerçeklikten yoksun olduğu açıktır. Türkiye’nin adaylığının diğer ülkelere göre çok farklı bir anlamı vardır. Ekonomik performansının yanında devasa bir nüfusu, kendine has kültürel farklılıkları ve çözüm bekleyen hayati problemleri ile zaten ekonomik ve siyasi bir anlaşmazlığın gündemde olduğu AB’ye girişin bir oldu bittiye getirilmesi mümkün değildir.

Öte yandan yarım yüzyıla yaklaşan ve ısrarla sürdürülen üyelik maratonuna rağmen büyük umutlar bağlanan süreçte önemli bir ilerlemenin olmadığı ortadadır. AB’ye üyelik ile birlikte Türkiye’nin elde edeceği kazanımların sürekli gündemde tutulması da AB’ye bakışın tek taraflı olmasına yol açmakta… Oysa AB’nin birçok konuda sağlayacağı avantajların yanında aşağıda değineceğim gibi bazı önemli konularda da ciddi dezavantajlar yaratacağı bir gerçek. Özellikle AB’nin çevre politikalarının gelişmekte olan Türkiye’nin rekabet gücünü ciddi şekilde düşüreceği göz önünde bulundurulmalı. Konunun önemi açısından bu noktayı biraz daha irdelemekte yarar var.

Bilindiği gibi Avrupa Birliği, ne milletler arası bir örgüt ne bir devlet veya benzeri yapı  (quasi-state) ne konfederasyon ne de federasyondur. AB ekstranasyonal bir sistem de değildir. AB için en uygun tanımın supranasyonal yani belirli ülkelerin bir veya birden fazla konuyla ilgili karar verme mekanizmalarını işlettiği sistem olduğu söylenebilir. Üye ülkelerin balıkçılık, tarım ve para politikaları gibi bazı konular “supranasyonal” -tüm ülkeleri bağlayıcı nitelikte- olmasının yanında Lizbon Anlaşması sürecini olumsuz etkileyen ortak savunma ve askeri politikalar ise hükümetler arası anlaşmalar ile yürütülmektedir.

Bu noktalardan hareketle milli menfaatlerine düşkün ve son NATO toplantısında olduğu gibi çıkarlarının çatıştığı anda kriz yaratmaktan çekinmeyen bir ülke olarak Türkiye, AB üyeliği ile birlikte birçok alandaki egemenliğini devretmeye ne derece hazırdır? Örneğin, oluşturulmaya çalışılan ortak savunma politikasına ilişkin Türkiye’nin tavrı ne olacaktır? Ortak tarım politikasıyla birlikte hayata geçecek olan kota ve üretim fazlalığına ilişkin kararlara Türkiye’nin uymak zorunda olacağı gerçeğinin üzerinde ne denli durulmaktadır? Para politikalarının AB merkez bankası kararıyla saptanacağı bir ortamda gelişme aşamasında bir ülke olan Türkiye’nin ekseriyeti gelişmiş ülkelerden oluşan birlik içindeki konumu ne ölçüde Türkiye’nin çıkarına olacaktır?

Bu sorular çoğaltılabilir. Konu ile ilgili bir fikir vermesi ve birliğe üye ülkelerin milli menfaatleri AB politikaları ile çatıştığında milli hükümetlerin supranasyonal kararlara olan yaklaşımını gözlemlemek açısından kamuoyunda “Arsız Balıkçılar Davası” olarak bilinen “Factortame” davası birkaç iyi örnekten biridir. Bu davanın esasını teşkil eden gelişime şu şekildedir: : AB ortak balıkçılık politikasının sağladığı hukuki şartlara binaen İngiliz sularında avlanan İspanyol balıkçılar, ortak balıkçılık politikasınca öngörülen ülke kotalarını bahane eden dönemin İngiliz hükümetince engellenirler. Bunun üzerine topluluk hükümlerinin ihlal edildiği şikayetiyle İngiliz iç hukukuna başvuran İspanyolların sürdürdüğü hukuk mücadelesi,  İngiliz mahkemesinin konuyu  Lahey Adalet Divanı’na sormasıyla son bulur. 1991 yılında yapılan başvuru 1994 yılında karara bağlanır. Mahkeme, İspanyol balıkçılarını haklı bulur ve İngiltere hükümetinin itirazlarını yok sayarak İngiltere sularının İspanyol balıkçılarına açık olduğunu vurgular. Çıkarlarına düşkün bir ülke olarak bilinen İngiltere, karara uymak zorunda kalır ancak bundan sonra supranasyonal kararlarda yer almamaya özen gösteren bir politika izler. Bilindiği gibi İngiltere, 1995 yılında geniş bir ölçekte yürürlüğe giren Schengen anlaşmasına ve 2000 yılında oluşturulan Euro bölgesi ekonomi politikasına taraf değildir.

 İngiltere gibi liberal bir ülkenin bile çekincelerinin yüksek düzeyde gerçekleştiği bu bölgesel işbirliğine dayalı birliğe, kabotaj kanununu her yıl bayram olarak kutlayan milliyetçi Türkiye ne denli uyum sağlayacaktır ya da sağlayabilecek midir? Üyelik sürecinin tıkanma aşamasına geldiği şu günlerde üzerinde düşünülmesi gerekenlerden biri bu noktadır.

Tamamlayacak olursak AB’ye tam üyelik konusu içinde birçok açmazları bulunduran bir süreçtir. Türkiye’nin tam üyelik hedefi ile kaybettiği zamanı özel statülü üyelik görüşmelerini başlatarak telafi etmesi mümkündür. Özellikle son yıllarda güçlenen ekonomisi ile pazarlık gücünü arttıran Türkiye’nin özel statülü üyelik görüşmelerinde istediklerinin önemli bir bölümünü alması ve karşılığında daha net daha açık anlaşmalar imzalaması Türkiye’nin yararınadır. Türkiye, AB üyesi olmayan İsviçre’nin yaptığı gibi Schengen anlaşmasına taraf olarak bu konudaki kolaylıklardan yararlanıp olumsuz etkileneceği açık olan politikalar konusunda pazarlık yapabilir, çünkü Türkiye; ortak balıkçılık politikasından olumsuz etkilenebileceği endişesiyle AB üyeliğini reddeden Norveç örneğinde olduğu gibi zengin bir ülke değildir. Sonuç olarak, küresel dengelerin de öngördüğü üzere AB ve Türkiye’nin birbirlerine ihtiyacı olduğu ve olacağı bir gerçektir ancak Türkiye açısından bunun yolunun, inanılmaz bir bürokratik işleyişle yönetilen AB politikalarına koşulsuz taraf olmak yerine AB ile geniş tabanlı bir ortaklık kurulmasından geçtiği açıktır.

06.01.2011

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et