Her yıl biterken ülke gündemini yeni yılda uygulanacak asgari ücret miktarı konusu işgal eder. Yasaya göre asgari ücret, işveren kesiminden 5, işçi kesiminden 5, bir de bu işle hiç alâkası olmayan ve de olamayacak olan, olmaması da gereken devletten de 5 kişiden oluşan komisyon tarafından belirleniyor. Bu yıl bir yenilik olarak komisyona asgari ücretle çalışan bir işçi katıldı. Ankara’da bir masa başında oturup, işçi kesiminin önümüzdeki yıl alacağı asgari/minimum/en az ücret işte böyle belirleniyor. Tabiî olarak da hiçbir zaman hiç kimse memnun olmuyor.
Öte yandan bu konu, bilhassa asgari ücret, (tarihin her devrinde) muhalefet tarafından en çok istismar edilen konu olduğu için, mevcut hükümet, oy çoğunluğunu ihtiva eden işçi kesimini rahatsız etmeyecek bir rakamın belirlenmesi adına işveren kesimini zorluyor veya işvereni rahatlatacak teşvikler, takviyeler yapıyor. Önümüzde bir de yerel seçimler olması, oy kaybolmaması adına, işçi kesiminin memnun edilmesini gerektiriyor. Ama yaşadığımız ekonomik kriz ve peşpeşe gelen konkordato ve iflas ilanları da işvereni fazla zorlamamayı gerektiriyor. Bir de tabiî değişmeyen sloganımız “asgari ücretten vergi alınmaması” seçim kazanmayı hayal eden her partinin oltasının ucundaki yem olarak seçim konuşmalarında kullanılıyor. Üstelik bu sene CHP Genel Başkanı, kabul edilen rakamın dışına çıkarak, kendi kazanacakları belediyelerde asgari ücretin net 2200 lira olarak uygulanacağı vaadini veriyor.
Hükümet/devlet, özel sektörün çalıştırdığı işçiye vereceği ücretin miktarını belirleyemez. Bir başkasının adına nasıl karar verebilir de “sen işçine mecbur en az şu ücreti vereceksin” der? Herhangi bir taraf değildir ki. Hükümet/devlet, aslında, kendi çalıştırdığı işçiye de “senin ücretini şu kadar artırıyorum” diyemez. Çünkü o ücreti verebilmek için, vatandaşın diğer kesiminden ilâve miktarda vergi alması lazımdır. Bu da adalete sığmaz. Ama hiç olmazsa, en azından özel sektörü zorlayıcı olmaması daha doğru olur.
Hükümetlerin, hiç üzerlerine vazife olmayan bu işe, yani çalışanla çalıştıran arasındaki ücret pazarlığına müdahil olması, sürekli olarak bedeli siyaseten de ödemelerine sebep oluyor. Hükümete “senin bu masada ne işin var ki?” diye soracak olsak, alacağımız cevap muhtemelen şu olacaktır; “her iki tarafı da memnun edecek bir orta yolun bulunması için hakemlik yapıyoruz.” Ama sonuçta çoğunlukla işçi kesimi hiçbir zaman memnun olamıyor. Olması da beklenemez, çünkü kendi adına bir başkası karar vermiştir. Her insan gelirinin geçen seneden daha fazla olmasını bekler ve ister. Her insanın da kendisi için beklediği asgari ücret farklıdır. Her insanın harcama kültürü, masrafları, beklentileri, borçluluğu, hayat standardı, hayalleri farklıdır. Buna karşılık her insanın üretime katkısı, üretkenliği, kabiliyetine verilen değer, bu değerin zamana ve mekâna göre değişkenliği farklıdır. Ücret de buna göre belirlenmelidir. Bütün bunların toplamını da takdir edersiniz ki masa başında oturan işçi temsilcisi, işveren temsilcisi ve bürokrat takımı bilemez.
Her zaman olduğu gibi işçi kesiminin temsilcisi “gerçekleşen rakamdan memnun olmadığını, bunun işçiyi sefalete mahkûm etmek olduğunu” söyler. Tabiî olarak da fert fert işçiler “bu rakamla geçinilemeyeceğini” söyleyerek hükümete ağzına geleni söyler. Söyledikleri en hafif şey de “milletvekilleri kendilerine zam yaparken bol kepçe davranıyorlar, gariban işçiye verirken çok cimri oluyorlar, ben de bu partiye bir daha oy verirsem….” oluyor. Haklılar mı? Tabiî ki değiller ama kimse bu işin nasıl çözüleceğini söylemediği veya o söylenene kulak verilmediği, işçi kesimi de ücretin devlet tarafından belirlendiğini düşündüğü için görünürde haklıdır.
Önümüzdeki yıl için belirlenen asgari ücret net 2020 lira oldu. İşçi kesiminden, psikolojik eşik 2000’in üzerine çıkıldığı için şimdilik pek ses çıkmıyor. Ama biliyoruz ki bu rakam işçi kesimine az, işveren kesimine fazla geldi. İşçi kesimi cebine girecek miktar olarak, rakamın çıplak haline bakıyor. Oysa bir işçinin işverene maliyeti neredeyse en az asgari ücretin üzerine yarısı kadar ilave edilmiş halidir. Örneğin 2020 lira net asgari ücretin işverene maliyeti 3133 liradır. Ücretlerdeki, realiteden kopuk her bir artış, çalışma hayatının en zayıf halkası olan, işe en son giren, en genç olan, en vasıfsız olan, bekâr olan, disiplin puanı biraz düşük olan işçiden başlamak üzere işten çıkarmalarla son bulacaktır.
Asgari ücretin ne kadar olacağı/olması gerektiği üzerinde konuşmaya başlayan hemen herkes kendine göre bir hesap yapmaya başlıyor. “Şu kadar ev kirası, şu kadar çay, şu kadar simit eder işte şu kadar” hesabıyla, alınacak ücretin, ücreti alan kişinin ihtiyaçlarını karşılayacak bir miktar olması gerektiği söyleniyor. Her şeyden önce şunu çok iyi bilmek gerekir ki ücret denilen şey gökten yağmıyor, bir kasadan hazır dağıtılmıyor, matbaada para basılarak ödenmiyor. Ücret, emekçinin, ürettiği katma değerin, piyasadaki sübjektif değerinin karşılığı olarak kendisine verilen hak ediştir. Aynı zamanda üretilen katma değerin, zamana ve zemine göre değişen sübjektif değerinin de bilincinde olarak konuya yaklaşmak lazımdır. Örneğin; çok iyi odun kesebilen bir işçinin emeğinin değeri kışa girerken yüksek olabilir ama yaza girerken, meziyeti sadece odun kesmek olan o işçi aynı karşılığı bulamayacaktır. Aynı işçiye, kırsal bölgede talep yüksek olacak ama kentte aynı talebi görmeyecektir. İşte bu sübjektif değer, her meslek için her zaman ve her zeminde farklılık gösterecektir.
Bu yüzden, sene sonunda bir masa başında oturup, bütün emekleri, bütün zaman dilimi ve ülkenin her yeri için aynı kabul edip tek rakam belirlemek, bir kısım işçiyi ödüllendirmek olacağı gibi, bir başka kısmı da cezalandırmak olmaktadır. Devletin bu işe karışıp, işverenle işçi, arz edenle talep eden, alıcıyla satıcı arasına girip “ben sadece orta yolu bulduruyorum” demesi bile bir haksızlığa sebebiyet vermektedir. Aslında emeğinin değeri daha fazla olabilecek bir meslek sahibine işveren “devletin belirlediği ücret bu” diyecek, “asgari” kelimesini “azami” olarak uygulama yoluna gidecektir. Çünkü işveren yaptığı iş itibariyle o rakamı hak etmeyen bir işçisine de mecburen devletin belirlediği rakamda ücret ödeyecektir. Bu uygulamayla, vasıflı olandan vasıfsız olana bir kaynak aktarılmaktadır.
Çözüm ne olmalıdır sorusuna şöyle cevap verebiliriz. Öncelikle “asgari ücret” kavramını literatürümüzden çıkararak başlamalıyız. Sadece tek kelimeyle “ücret” belirlenmelidir. Bunu da, bırakalım işverenle işçi, arz edenle talep eden, alıcıyla satıcı, ne alıp satıyorlarsa bunun fiyatı konusunda kendi aralarında anlaşarak belirlesinler. Sendikayla bile değil, işçinin bizzat kendisiyle. Çünkü bir işçinin kendi emeğine ne kadar değer biçtiğini işçinin kendisinden başka kimse bilemez. Ama aynı zamanda o işçinin katacağı emeğin, o piyasada ne kadar değere karşılık geleceğini de işverenden daha iyi kimse bilemez. Şu anki uygulamada şayet devlet, bu ikisinin özgür bir ortamda sözleşmeyle belirleyeceği ücret miktarının 1 lira aşağısını teklif edecek kadar isabetli bir karar verse bile işçiyi, 1 lira fazlasını teklif etse işvereni rahatsız edecektir. Örneğin; bir iş ilanına, vasıfları tutan bir aday gidip müracaat ediyor. İşveren şartlarını söylüyor, işçi kendi şartlarını sıralıyor. İşveren verebileceği rakamı söylüyor, işçi istediği rakamı teklif ediyor. Anlaşabilirlerse işçi işbaşı yapar, anlaşamazlarsa aday bir başka işe müracaat eder, işveren de başka bir adayın müracaatını bekler. Anlaşılan ücret rakamı isterse 1 (bir) lira olsun, buna iki taraf da özgür iradeleriyle karar verdikleri için memnundurlar ve şikâyet edecekleri bir şey/yer olmayacaktır. Belki zaman içinde, işçi, ücretin az geldiğini düşünerek veya daha yüksek ücretli bir başka iş bularak işi bırakacaktır. Bunun dışında, sadece sözleşmeye uyulmadığı takdirde her iki taraf da adalet makamına şikâyetçi olabilecektir. Aynı sözleşmeye devlet müdahil olup “hayır bu ücret fazla veya az, şu kadar lira olacak” dediği anda mutlaka bir taraf mağdur olacak ve şikâyetlere sebebiyet verecektir.
Burada mevzuya “ama canım emek en değerli/kutsal değerdir, çünkü o bir işçinin verebileceği tek şeydir” diye yaklaşan sosyalistler ve en az onlar kadar sosyalist olan dindar kesimler olacaktır. Onların anlayamadığı şey, emeğin tek başına bir değer ifade edemeyeceğidir. O emeğin, karşıdaki kişi için sübjektif değeridir, asıl belirleyici olan. Emeğin değerinin ne olabileceği konusunu bir hikâyeyle anlatayım. “Bir işletme fakültesinde, final sınavında hoca tek soru sormuş ve cevabını istemiş. Soru şu: “Risk nedir?”. Öğrencilerin çoğu, sınavın süresi boyunca sayfalar dolusu yazmış. Sadece bir öğrenci üç kelime yazmış. “İşte risk budur” diyerek, geri kalan kısmı bomboş sınav kâğıdını verip çıkmış. Tabiî sınavı sadece o öğrenci, yazdığı üç kelimeyle, en yüksek puanı alarak geçmiş. “Ama sayfalar dolusu yazan diğer öğrenciler daha fazla emek harcamadılar mı? Yazık değil mi onların emeklerine?” diye soranların bu konuyu anlaması mümkün değil.
Devletin yapması gereken işverenle işçi, arz edenle talep eden, alıcıyla satıcı arasına kesinlikle girmemek, her iki tarafa da “BEN SİZİN VERECEĞİNİZ/ALACAĞINIZ ÜCRETE KARIŞMAM” demek ve “Asgari ücret tespit komisyonu”nu bir an önce lağvederek tarihteki yerine göndermektir.
26 Aralık 2018