Türkiye’ye, İran’a ve yaşadığımız günlere dair

Üsküdar Meydanında mevsimin en soğuk akşamlarından biri. Yağmur altında bir grup insan, Halep’ten tahliye edilmeyi bekleyen on binlerce insanın durumuna dikkat çekmek için ses vermeye çalışıyor.

Gözyaşı ve yağmur, dualar ve sloganlar birbirine karışıyor. İslam dünyasında milyonlarca insan gibi onlar da yeni bir Srebrenitsa katliamından endişe ediyorlar. Kederli ve öfkeliler. Batı dünyasına, ABD’ye, Suriye diktatörüne, Rusya’ya kızıyorlar.

Uzun yıllardan beri İslam coğrafyasında gerçekleştirilen gösterilerde kınanır onlar.

Ama artık bir farklılık var. Şimdi bu listeye İran da ekleniyor.

“Katil İran” sesleri yükseldiğinde “Çok acı. İran sonunda kendisine bunu da söyletti” diyor kalabalıktan biri.

Kötü günlerden geçiyoruz.

Onlar Halep’ten tahliye edilen insanlar için kaygı duyup dua ederken, ajanslar İranlı general Cevad Said’e bağlı güçlerin şehirden çıkan konvoya açtığı ateş sonucu 14 kişinin öldüğü haberini geçiyor.

Ve Türkiye, o insanlara güvenli bir çıkış yolu açabilmek için Rusya’dan medet ummak durumunda kalıyor.

“Acem Mülkü”nü “bir seng”e değişmek

Bir şehri “kazanırken” neleri kaybettiğinin farkında mı acaba İran? Yoksa farkında ve sadece bunu mu tercih ediyor? Paha biçilmez bir zenginliği kaybetme pahasına kendisine açılan hakimiyet alanını kâr mı sayıyor?

Bütün o “kazanımlarının” bölgede mezhep savaşları için uğraşan büyük devletler tarafından kendisine altın tepside sunulduğunun ve onların değirmenine su taşıdığının farkında ve bu rolü bilerek mi oynuyor, yoksa Suriye, Yemen, Lübnan ve Irak’ta elde ettiği mevzileri sahiden kendi başarısı mı sanıyor?

Gerçek şu ki her iki durumda da tarihi bir yanlış yapıyor; büyük bir günah işliyor.

Ama İran ne yaparsa yapsın, hepimizi tüketecek kanlı bir çarkın çevrilmeye çalışıldığını görenler için sorumlu tutum ne olmalı?

Asıl soru şu: Biz ne yapmalıyız?

Ne yaparsak etnik ve siyasi çatışmalarla hırpalanmış bir coğrafyanın yeni ve çok daha tehlikeli bir fay hattıyla daha derin biçimde yarılmasını önleyebiliriz?

Türkiye, Suriye, İran veya başka bir ulus devlete yönelik -haklı veya haksız- tepkilerin mezhepçi önyargıya dönüşmesini nasıl engelleyebiliriz?

Sünni, Şii veya Alevi, hiç ummadığınız bir insanın aptalca mezhepçi bir dille konuşmaya başladığını gördüğümüzde nasıl davranmalıyız?

Öncelikle yanlış bir yerden başlamamalı: Karda kışta, ateş altında can havliyle şehri terk etmeye çalışan 45 bin insanın iç yaralayan görüntülerine baka baka “Halep IŞİD’den temizleniyor” diyen birinin sorunu Şii olmak değildir. Çünkü “Sünnilik” böyle bir zalimliği ne kadar onaylarsa “Şiilik” de o kadar onaylar.

Sorumlu bir politikanın ana çizgileri

Kim ne yaparsa yapsın, biz mezhepçilik yapmamak zorundayız. Buradaki “biz” yaşadığımız coğrafyaya dair kaygıları olan, adalet duygusuna sahip herkesi, Sünnileri, Şiileri, Alevileri, Müslümanları, Hıristiyanları, Musevileri, dinli dinsiz herkesi kapsıyor.

“İyi ama karşımızdaki mezhepçiliğin dibini bulmuşsa da mı?”

Evet! Bunun hem ahlaki, dini bir temeli var; hem de pratik ve mantıki.

“O yaparken biz yapmazsak aymazlık etmiş olmaz mıyız?”

Olmayız; çünkü milliyetçilik nasıl millete hizmet etmezse, mezhepçilik de dine/mezhebe hizmet etmez.

Burada asıl aymazlık, karşısındakini iyileştirecek sağlıklı bir tutum almak yerine, onun hastalığını kendisine bulaştırmaktır; onunla beraber kendisini de çürütecek bir virüsle kendisini de enfekte etmektir.

Bizi kesip kanatacak makasın iki bıçağa ihtiyacı var ve ikincisi biz olmamalıyız.

İşte tam da bu yüzden, herkes öncelikle kendi evinin önünü süpürmeli.

İran’ın şu an irtikap ettiği kötülüğü, o devletin yanlış politikasını haklı olarak mahkum ederken, haksız olarak Şiiliğe dair toptancı yargılara ve haksız genellemelere varmamak gerek.

“Şii milisler demeyin, Hizbullah deyin, İran yanlısı milisler deyin, çünkü ben bir Şii olarak İran’ın ve Hizbullah’ın politikasını reddediyorum” diyen bir Lübnanlının sözünü aktarıyordu arkadaşım. Bu feryadı duymalı.

Şu anda İslam coğrafyası, bir de mezhepler üzerinden doku yırtılması tehdidi altında. Bu coğrafyanın insanları öfke ve intikam duygularıyla birbirinin boğazına çöktüğünde, “bölgeye demokrasi getirmek” isteyen devletlere de bu kavga ve ayrışma üzerine iktidar kurmak kalır.

Ne yapıp edip bu toplu intiharın budala piyonları olmamak, kurtlar sofrasının ziyafet malzemesi haline gelmemek için aklımızı başımıza toplamak zorundayız.

İran’ın Suriye politikasına duyulan tepki de onu cezalandırma refleksiyle bölgenin geleceğini tehlikeye atacak tepkisel bir siyasi tutuma sevk etmemeli. Geldiğimiz aşamada her şeye rağmen Rusya-Türkiye-İran anlaşması olumlu ve bu aşamada atılabilecek en makul adım olarak görünüyor.

Sorumlu politika, bölgenin selameti için, bütün günahlarına rağmen İran ile diyalog ve işbirliği imkanlarını zorlamayı gerektiriyor. Onun hoyratça harcadığı barışın faturasının hepimiz için daha fazla kabarmasını önlemek için.

Topluca çıldırma lüksümüz yok. Avrupa’nın yüzyıllarca önce yaptığı kan banyosunu biz de yapmak zorunda değiliz.

Biri sağlıklı kalmalı ve o biz olmalıyız.

Çünkü ancak biri sağlıklı kalırsa atlatılacak bir musibet bu. Sonunda en kazançlı çıkan da sağlıklı kalıp mezhepçilik yapmayan olacak.

Serbestiyet, 30.12.2016

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et