Kısa bir süre önce yeni bir seçimi daha geride bıraktık. Gürültülü bir ortamda seçimlerimizi yaptık. Eleştiriler, analizler, yönlendirme çabaları kadar hakaretler ve küfürler de havada uçuştu. Duygusal haller yaşadık. Büyük konuşmalar eşliğinde şarkılar dinledik. Öfkemiz kadar umudumuzu da dillendirdik. Hayata dair büyük söylevler dinledik. Büyük fikirler ve bir o kadar büyük kurtarıcılar bekledik.
Her grup, parti ve camia hakikatin ölçüsü olarak ruhlarına müracaat ettiler ve kendilerinin seçilmemesinin nedenini, seçmeyenlerin kusuru, rahatsızlığı ve yetersizliği olarak ilan ettiler. Neden? Zira kendileri Türkiyeliydi. Genetik sorunları olanlar hariç olmak üzere, Türkiyelilerin kazanması, iktidar olması ve emaneti devralması aklın gereği olmalıydı.
Adalet ve Kalkınma Partisi Türkiyeli sayılırdı. Fakat onlar ontolojik kodlarından dolayı Ülkenin sahibi değillerdi. Bu durumda konjektürel olarak yanlışlıkla seçim kazanıp işbaşına gelmiş olmaları geçici bir durum olmalıydı. Sosyal ve iktisadi alanda nispi başarılara imza attıkları vaki olsa da gerçek farklıydı. Kaldı ki bilgisiz yığınların yaptığı bu seçim belli bir hakikat temelinden yoksundu.
Ülkenin gerçek sahipleri olan ulusalcılar ve milliyetçiler olduğuna göre, bu arızi durumun değişeceği beklenmeliydi. Kürt sorununu çözmek üzere atılan adımlar tehlikeliydi. Ülkeyi böleceği gibi çağdaş kazanımları da yok etme tehlikesi taşımaktaydı.
Bunu engellemek ve Erdoğan “diktatörlüğünü” sonlandırmak üzere Gezi’de bir tören de yapılmıştı. Başarısız yağmur dualarını andıran bu eylemler belli rahatsızlıklar yaratmıştı, fakat Erdoğan’ın ince hareketleri sonucunda dağılmak zorunda kalmıştı.
İstenen sonuç elde edilemeyince onca yorgunluğun üstesinden gelmek için konforlu bir tatil gerekmişti. Ölen, öldürülen çocuklar zaten bu imkânların sahibi olamazdılar.
Kürtler ve onları belli nispette temsil eden BDP gibi partilerin bir hükmü olamazdı. Çünkü bu siyasal yapı etnik temelli siyaset yapmaktaydı. Ülkenin geri kalanından oy alma, ‘bu yana’ hitap etme yeteneği de yoktu. Buna rağmen, Türk soluyla işbirliğine giderek bu sendromu atlatmaya çabalaması boşunaydı.
Rejimin resmi partilerinin Türkiyelileşmek gibi bir sorunu olamazdı. Onlar ülkenin gerçek sahibi, patronu ve yerlileriydi.
Seçimler yapıldı. Oylar sayıldı. Türkiyelileşememe histerisi yeniden ortaya çıktı. Meğer Türkiyelileşemeyen ana akım ulusalcı-milliyetçi kesimmiş!
Hiçbir evrensel değeri temsil etmeyen, kimliğini ötekinin yokluğu üzerine kuran, daha çok devlet, daha az insan vurgusu yapan siyasi mantık kaçınılmaz olarak Türkiyeli değildir.
Türkiye çoğulcu bir yapının adıdır.
Etnik, dini, ideolojik, kültürel, dilsel çoğulculuğun yer aldığı bir toplumda evrensel değerlere, özgürlüğe ve hukuka göndermede bulunamayan hiçbir siyasi oluşum yerel değerleri de temsil edemez.
BDP tüm problemlerine rağmen toplumsal bir gerçeğe dayanmaktadır. Bu manada Türkiyelileşmek imkânını aramak çok zor görünmektedir.
Ancak, her ağzını açtıklarında kendi gibi olmayanları, kendileri gibi düşünmeyenleri hain, bölücü, ‘Türkiyeli olmayan’ olarak niteleyen çizginin Türkiyeli olamadığı toplum tarafından tescillenmiştir.
Peki, Türkiyelileşmesi gerekenler kimler?
Sivil Düşünce