Prof. Dr. Fuat Keyman katıldığı bir canlı yayında Türkiye’nin demokrasi tecrübesine dair bazı değerlendirmelerde bulundu. Daktilo 1984 adlı YouTube kanalında konuşan Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Fuat Keyman, demokrasi teorisinden bahsederken, kendisinin Robert Dahl gibi isimlerin yaklaşımını benimsediğini hatırlatarak, demokrasiden tam anlamıyla bahsedebilmek için, sadece demokrasiye geçmenin yeterli olmadığını bunun yanında demokrasinin pekişmesi ve derinleşmesi gibi süreçlerin de gerçekleşmiş olması gerektiğini dile getirdi.
Türkiye’nin 1950’lerde demokrasiye geçtiğini hatırlatan Keyman, Özal’la birlikte 80’lerde yeniden bir kıpırdanma olduğunu, benzer bir sürecin 90’larda da gündeme geldiğini, daha sonra AK Parti ile demokratikleşme belirtilerinin gözlendiğini fakat tüm bu süreçlerin nihayetinde Türkiye’de demokrasinin derinleşmesini sağlayamadığını söyledi. Keyman, Özallı yılların Türkiye’de serbest piyasa ve bireycilik gibi şartları oluşturduğunu fakat bunların demokrasi olarak görülemeyeceğini, liberalleşmenin demokratikleşme olmadığını hatta sivilleşmenin de demokratikleşme olarak görülemeyeceğini sözlerine ekledi. Liberalleşmenin beklenmedik sonuçlar doğurduğunu dile getirirken, bu ‘beklenmedik gelişmeleri’ İslami kimliğin yeniden canlanması ve Kürt kimliğinin güçlenmesi şeklinde tanımladı. Programdaki ifadesiyle, “Bireycilik yerine İslami kimliğin güçlenmesi çıktı,… arkasından Kürt sorunun temelinde olan etnik kimliğin güçlenmesi ortaya çıktı. Bu Türkiye’nin devlet merkezci sekülerliğe dayanan modernleşme anlayışında ciddi kırılma yarattı ve demokrasiyle ilişkide…. çok önemli kırılmalar oldu.” 28 Şubat darbesi, Refah Partisi’nin kapatılması ve çözüm sürecinde yaşanan krizlerin bu kimlik siyasetinin ‘doğal sonucu’ olduğunu da ekledi.
Keyman’ın bu yaklaşımı özgürlükçü bir demokratik perspektiften oldukça sorunlu gözüküyor. Çünkü Keyman, bu varsayımıyla öncelikli olarak resmî ideoloji tarafından her türlü ayrımcı muameleye maruz kalmış İslami kimliğin ve Kürtlerin görünür olmasını bir problem olarak görmektedir. Akla gelen soruları sıralayarak başlayalım. Devlet tarafından baskılanan hatta yok sayılan kimliklerin özgür bir şekilde kendilerini ifade etme imkânı bulabilmeleri acaba demokrasiye nasıl bir zarar vermiş olabilir? Ya da tersinden sormamız gerekirse ‘ötekinin’ görünür olmadığı bir düzlemde nasıl bir demokrasi inşa edilebilirdi? Resmi ideoloji tarafından dışarda tutulan kesimlerin konuşmadığı, örgütlenemediği, sesini çıkaramadığı bir ortamda sağlıklı bir demokrasiden söz edilebilir mi? (Keyman’ın, aynı konuşmasında insanların konuşmaya başlamasını, yurtdışı seyahat imkânlarının artmasını da sadece liberalleşme olarak gördüğünü hatırlatmalıyız) Farklı toplumsal kesimlerden yükselen itirazların, güvenlikçi politikalar bahane edilerek yapılan darbelerin gerekçesi olarak görülmesi hangi demokratik tutumla bağdaşabilir? Bu yaklaşıma göre “12 Eylül askeri darbesi de sokak çatışmalarını sonlandırmak için yapılmıştır” tezinin de meşru görülmesi mi gerekir?
Keyman’ın da atıf yaptığı Robert Dahl, Demokrasi Üzerine adlı eserinde bir ülkenin demokratik yönetime sahip olması için ifade özgürlüğünü ve vatandaşların süreçlere dahil edilmesini temel kriterler arasında sayıyor. Dahl bunu açıkça ifade etmişken çeşitli kesimlerin kendi kimliklerini muhafaza ederek, siyasî ve bürokratik otoriteyi yer yer rahatsız eden itirazlarda bulunması, taleplerini dile getirmeleri demokrasinin derinleşmesiyle nasıl bir uyumsuzluk arz edebilir? Bilakis Dahl’a referansla söylersek, Türkiye’de İslami kesimin yahut, Kürtlerin, Alevilerin, Gayrimüslim grupların, Özallı yılların ardından ve AK Parti döneminde daha da görünür bir şekilde seslerini çıkarmaları, örgütlenmeleri demokrasinin derinleşmesi açısından sıhhatli bir gelişme olarak değerlendirilmeyi hak etmiyor mu?
Darbe yapıldı ama!
Prof. Dr. Fuat Keyman, Türkiye’nin güçlenememesinde askeri müdahalelerin de ciddi bir sorun olduğunu dile getirmiş olsa da asıl failin demokrasiyi içselleştiremeyen yöneticiler olduğunu söylüyor. Keyman’ın sorumluluğu sivillere yüklemesinin kendi sözleriyle de çeliştiğini görüyoruz. Çünkü Keyman’ın demokratikleşme olarak nitelendirdiği yıllar Menderes, Özal ve Erdoğan iktidarlarını işaret ediyor. Görece elde edilmiş kazanımlara imza atılan dönemler Türkiye’de müesses nizamla en yoğun gerilimlerin yaşandığı dönemlere tekabül ediyor. Türk demokrasi tarihini göz önünde bulundurduğumuzda, demokratikleşme/modernleşme süreçlerinin altında imzası bulunanların mütemadiyen devlet otoritesini elinde bulunduran güçler ile çatışma içine girmesi ve toplumun çoğunlukla siyasî iktidarlara destek olması önemli bir göstergedir.
Demokrasi tarihimizde yaşanan siyasî çatışmalar, devlet elitlerinin Türkiye’de siyasete ve topluma bir sınır oluşturduğuna işaret ediyor. 28 Şubat askeri darbesinde kullanılan balans ayarı ifadesi aslında tam da bu sınırlandırılmış alanı işaret etmektedir. Özne, siyasete ayar yaparak ona belli sınırlar içerisinde kalması gerektiğini hatırlatmaktadır! Yani asıl özne, sivillere ne kadar alan açılabileceğini söyleyip, sınırları aştığında ayar yapıp onu kendi sınırlarına çekmeyi hak gören güçler değil midir? Prof. Dr. Kemal Karpat, Osmanlı’dan Günümüze Asker ve Siyaset adlı eserinde, İsmet İnönü ile arasında geçen bir diyaloğu aktarıyor: “Birkaç yıl önce İsmet İnönü’yle yaptığımız bir görüşmede ona 1945-46’da muhalefet partilerinin kurulmasına izin verirken herhangi bir koşul ileri sürüp sürmediğini sormuştum. Cevaben İnönü kurulacak yeni partinin müstakbel lideri Celal Bayar’a Cumhuriyetin Kemalist ilkeleri ve laiklik dışında her tür konuyu tartışmakta serbest olduklarını ifade ettiğini söyledi. ”Kendisi de eski bir asker olan İsmet İnönü, bu sözleriyle aslında Türkiye’de sivil siyasetçilerin hangi daire içerisinde kalmaları gerektiğini belirtmiş olup, siyasetin sınırlarını belirlemiştir. Pratik siyasetin içerisinde hangi adımın Kemalist ilkelere ve laikliğe uygun olup olmadığı –ki, Türk siyasetinin en temel tartışmalarının odağında bu problem yer almaktadır- ise devlet elitleri tarafından belirlenmektedir. Bu durum ise Türk siyasetinde sıkışmaya neden olmakta ve demokrasinin derinleşmesi konusunda belli dönemlerde engel teşkil edebilmektedir.
Modern demokrasilerde sınırları belirleyecek olan hiç şüphesiz yasalardır. Fakat Türk siyasetinde asker-sivil ilişkilerinin net bir şekilde belirlenememiş olmasından ötürü, devletçi elitlerin güvencesi olarak görülen asker yer yer de facto müdahalelerde bulunabilmektedir. Karpat, klasik Osmanlı’da devleti idare eden bürokratların asker kökenli olduklarını hatırlatır: “Sivil idareyi ele alarak vazife gören bürokratların hepsi askeri sınıfa dahildir”. Bu açıdan Asker-siyaset ilişkisini sadece darbeler üzerinden okumak yeterli olmayabilir. Bu ilişkinin tarihsel seyri ve günümüze etkilerini her daim göz önünde bulundurmak durumundayız. Bu durumu salt bir problem olarak değil, vaziyetin anlaşılması için tarihsel bir gerçeklik olarak soğukkanlı bir şekilde değerlendirmek durumundayız.
Yukarıda belirtildiği üzere siyasetin alanı yasalar tarafından belirlenir. Oysa Kemalist ilkeler gibi sınırın nerede başladığı ve nerede bittiği belli olmayan müphemlikler siyasetin ve toplumsalın üzerinde etkin bir denetim aracına dönüşebilmektedir. Tam bu noktada Keyman’a sorulmalı; Kemalist ilkelerle evrensel hukukun, çağdaş demokratik değerlerin birbirleriyle ne denli uyumlu olduğunu düşünmektedir?
Robert Dahl, demokrasinin sosyalist/devletçi ekonomiden ziyade serbest piyasa ekonomisinin hâkim olduğu toplumlarda güçlendiğini söyler. Kemalist ilkelere sıkı bir şekilde bağlı olduğunu bildiğimiz Eski Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, geçmişte Harp Akademileri’nde verdiği bir konferansta özelleştirmeyi büyük bir tehlike olarak görüp, devletçi ekonominin ‘önemini’ vurgulayan bir konuşma yapmış, bazı özelleştirme tekliflerini de devletçi ekonomiye olan bağlılığıyla veto etmişti. Acaba Keyman, bu tarz ulusalcı/devletçi reflekslerle modern demokratik değerlerin çatıştığını düşünüyor mu?
Elbette Türkiye’yi yöneten siyasetçilerin tamamı için demokratik kültürden nasiplenmiştir diyemeyiz. Örneğin, 12 Mart darbesinin kudretli paşalarından Muhsin Batur, “sivil siyasetçilerin” her gün kendilerini ziyaret edip yönetime el koymaları için adeta yalvardıklarını anlatıyordu (Mehmet Ali Birand, 12 Mart Belgeseli). Demokrasi tarihimizde buna benzer utanç vesikaları yer almaktadır. İsmet İnönü de 27 Mayıs öncesi ‘Şartlar tamam olduğunda milletler için ihtilal, meşru bir haktır’ sözüyle darbeye yeşil ışık yakmıştır. Kemal Karpat’ın aynı eserindeki ifadesiyle Atatürk’ü Serbest Fırka’nın Cumhuriyete ve laikliğe karşı olduğuna ikna edip kapattıranlar da asker değil sivillerdir. Fakat tüm bu antidemokratik eğilimlere rağmen ülkemizde demokrasinin derinleşememesinin asıl nedeni yöneticilerdir demek Türk siyasî tarihi gerçekleriyle bağdaşmaz gözükmektedir.
Devlet güçlü toplum zayıf
Keyman konuşmasının başka bir bölümünde demokrasinin güçlenememesinin nedenleri olarak; Türkiye’de toplumun zayıf devletin ise güçlü olduğunu, toplumdaki dönüşümün siyasete yansımadığını, siyasetteki dönüşümün topluma yansıdığını ifade ediyor. Fakat bu ilişkideki dengesizliğin gerekçelerinden hiç söz etmiyor. Türkiye’de toplumun neden zayıf bırakıldığına ilişkin herhangi bir değerlendirmede bulunmuyor. Keyman gibi bir akademisyenin bunun sebeplerine dair bir değerlendirmede bulunmaması bir eksiklik olarak görülebilir. Meselâ Türkiye İşçi Partisi Genel başkanı Mehmet Ali Aybar, TİP’in Tarihi adlı eserinde benzer bir durumu açıklarken şöyle yazıyor; “Halkımız devletten çok korkmuş Tanrı’dan korktuğu gibi. Ve Tanrı’ya sığındığı gibi, devlete sığınmış. Her şeyi Tanrı’nın rahmetinden ve devletin atıfetinden beklemiş”. Acaba, Keyman, Aybar’ın işaret ettiği bu korkunun toplumun zayıf bırakılmasıyla bir ilgisi olduğunu düşünür mü? Toplum, kendi devletinden neden bu kadar korkmaktadır? Tanrı’dan korkar gibi devletten korkan bir toplumda sağlıklı bireylerden söz etmek ne kadar mümkün olabilir? Ya da toplumun sahip olduğu bu korku ile demokrasinin derinleşmemesi arasında bir ilişkiden söz edebilir mi? Keyman’ın demokrasinin derinleşememesinin sebebi olarak yöneticileri görmesiyle toplumun zayıf bırakılmasının nedenine dair herhangi bir çıkarımda bulunmaması sadece sıradan bir tesadüf olarak mı görülmelidir?
Tuncay Birkan Dünya ile Devlet Arasında Türk Muharriri adlı eserinde Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaşayan aydınların, 150’liklerin yaşadıklarını anlatır. Öyle ki, erken Cumhuriyetle sorun yaşayan aydınların bir kısmı ‘Zoraki Diplomat’ olarak yurtdışı görevlerine gönderilirken diğerleri Anadolu’da memur olarak görevlendiriliyordu. Bunların yanında Nazım Hikmet, Sebahattin Ali, Kemal Tahir gibi isimlerse çok daha ağır bedeller ödemek durumunda bırakılmış, İstiklal Marşı Şairi Merhum Mehmet Akif de ülkesini terk etmek durumunda kalmıştı. Prof. Dr. Osman Can’ın “önce idam edip sonra yargılama yapan mahkemelerdir” (Darbe Yargısının Sonu) şeklinde tanımladığı İstiklal Mahkemeleri’nde, Dersim’de, 6-7 Eylül olaylarında, Diyarbakır Cezaevlerinde yaşananlar toplumun hafızasında derin kırılmalara neden olmuştu. Acaba bu ve benzeri hadiseler toplumun devletten bu kadar korkmasında ve toplumun devlet karşısında zayıf kalmasında etken olmuş mudur diye düşünmek gerekmez mi? Yoksa sebeplerine değinmeden, sadece toplumun zayıf devletinse güçlü olduğunu söyleyerek yapılan bir demokrasi eleştirisi çok zayıf bir değerlendirme olarak kabul edilmez mi?
Sivil alanının güçlenmesi sorun mu?
Keyman’ın konuşmasında demokrasinin derinleşememe konusunda ileri sürdüğü gerekçelerden biri de kurumların zayıflatılması. Keyman, özellikle AK Parti iktidarında vesayetin bitme noktasına geldiğini ancak bunun karşısında kurumların zayıflatıldığını ve sivil alanın çok güçlendiğini söylüyor. Bunun da demokrasiyi zayıflattığını iddia ediyor. Sivil alanın çok güçlenmesinden neden rahatsız olduğunu anlamak biraz zor.
Aybar, yukarıda bahsedilen eserinde toplumların demokrasiye ideal bir yol izleyerek ulaşmadığını, düşe kalka vardığı noktadan gerilere dönüp yeniden ilerleyerek ulaştığını belirtiyor. Bu bağlamda kurumların demokratikleşme konusunda Türk demokrasisi içinde icra ettiği fonksiyon her daim tartışılmıştır. Örneğin yargının, medyanın, üniversitelerin ve iş dünyasının demokrasiye bağlılığı bugüne sorunsuz bir şekilde gelmemiştir. Yargı belli bir dönemde darbelerin hukuksal zeminini oluşturmuş; üniversiteler darbe gerçekleşmesi için meydanlara çıkmış; medya açıktan darbelere alkış tutmuş; iş dünyası ise Türkiye’nin dünya ile entegrasyonu konusunda fren vazifesini üstlenmiştir. Aybar’ın işaret ettiği gibi, düşe kalka bir demokrasiyi inşa etmeye çalışılırken ve bu kurumların maalesef sicilleri demokrasiye katkıları açısından sorunluyken, demokrasiye güç vermesi gereken kurumların geçmiş günahlarından arınıp, evrensel değerler çerçevesinde güncellenmesi gerektiğini söylemek yerine kurumların bugüne kadarki durumunu sorunsuzmuş gibi sunmak doğru değildir.
Keyman’ın açıklamaları arasında tartışılmayı hak eden sözlerinden birisi de, “Çözüm süreci gerçekleşseydi de demokrasi gelmeyecekti” sözü. Keyman, sivilleşmeyle, liberalleşmeyle, ekonomik kalkınmayla demokrasinin gelmeyeceğini söylediği gibi Türkiye’nin en temel sorunları arasında yer alan Kürt sorununun çözümü için başlatılan çözüm süreci konusunda da son derece kötümser. O zaman akla ilk gelen soruları sıralayalım; Şiddetin son bulması değerli değil midir? Türkiye’de demokratikleşmenin derinleşmesinin önünde güvenlikçi politikalar bir sorun değil miydi? Güvenlikçi politikalar gücünü en başta Doğu’da yaşanan sorunlardan almıyor muydu? Demokratikleşmeye çok büyük katkılar sağlayacağı bilinen adem-i merkeziyetçilik adına yapılacak reformların önünde bu sorun engel teşkil etmiyor muydu?
Çözüm sürecinde başarılı olunsaydı, hendek olayları yaşanmayacak, Suriye’de bölgede tansiyonu yükseltecek gelişmelere şahit olunmayacaktı. Türkiye yeni bir Anayasa yapım sürecini daha sağlıklı ilerletecek, eşit vatandaşlık, özgürlük alanlarının genişletilmesi, ekonomik kalkınma gibi cumhuriyetin 100. Yılına dönük hedeflerin daha kısa süre içinde gerçekleşmesi sağlanacaktı. Nihai olarak Türkiye’de demokratikleşmenin derinleşmesi sağlanacaktı. Keyman, konuşmasında Ergenekon’dan, Balyozdan hüküm giyen askerlerle yaptıkları görüşmeden, askerlerin “Biz hiçbir zaman demokrasinin temel bir ihtiyaç olduğunu düşünmemiştik” dediklerini aktarıyor.
Daha güçlü bir demokrasi için millet iradesinin kurumlara daha fazla yansımasına ve sivil alanın güçlendirilmesine ihtiyaç var. Böyle bir Türkiye’de hepimiz daha mutlu olabiliriz. Fuat Keyman gibi iyi kötü bir kamusal görünürlüğe ve belli bir etkiye sahip bir aydının bu gerçeği görememesi veya es geçmesi gerçekten şaşırtıcı ve hayal kırıklığı yaratıcı.