Türkiye bugünlerde sessiz bir “devrim”e şahit oluyor. 1950’de demokrasiye geçildiğinden beridir neredeyse ilk defa görev ve yetki alanları dışına çıkan silahlı bürokratlar hukukla muhatap oluyor.
Darbe yapma veya darbeye ortam hazırlama planları yapan, bu planları kısmen uygulamaya koyan çeşitli rütbelerden asker memurlar savcılarla karşılaşıyor. Soruşturma geçiriyor, ifade veriyor, gözaltına alınıyor, tutuklanıyor. Cezaevine konuluyor. Hafife alınamayacak ceza talepleriyle yargılanmak üzere mahkemelere sevk ediliyor. Bu alışılmadık gelişmeler değişik tepkilere sebep oluyor.
Medyada ve siyasette belli bir kesim ve toplumun bazı parçaları bu gelişmelerden rahatsız. Onlara göre darbe ve darbeye ortam hazırlama iddiaları hayal mahsulü. Ortalığa saçılan planlar ve belgeler uydurma. Askerî ve sivil bürokrasinin önemli mevkilerine tırmanmış kimselerin bu tür faaliyetlere girişmesi, girişmiş olsa bile bunu böylesine tedbirsiz ve akla aykırı şekilde yapması düşünülemez. Planlarla ilgili haberler ve işlemlerle yapılmak istenen özelde TSK’nın itibarsızlaştırılması. Cumhuriyetin aşındırılması. Hatta bir rejim değişikliğinin gerçekleştirilmesi. Nitekim hükümetin yargı reformu kılıfıyla gizlediği gerçek hedefi, bu planlara direnen son merci olan yargıyı etkisizleştirmek. Dolayısıyla, ülke kaos içinde, istikrar kayboldu, gidişat kötü.
Alışılmadık ve beklenmedik gelişmelerin bazı insanları korkutması ve paniğe düşürmesi şaşırtıcı değil. Neticede bu kimseler on yıllardır doğru bildikleri şeylerin hızla yanlışlandığını, çok güvendikleri kimi kavram ve kurumların döküldüğünü görmekte. Alışkanlık rahatlık yaratır. Alışkanlığı ve devamlılığı sorgusuz sualsiz benimseyenler tutuculaşır, mevcut durumu en iyisi zanneder ve bütün gücüyle korumaya çalışır. Son gelişmeler karşısında paniğe kapılanlar da genelde tutucu kesimler ve kişiler.
Şüphesiz, her değişiklik bir iyiye gidiştir önermesi peşinen doğru olamaz. Bir değişiklik iyiye gidiş de olabilir kötüye gidiş de. Değişimin gerçek mahiyetini anlamak için hem içinden çıkılan durumu, hem yönelinen istikameti-hedefi hem de değişime rehberlik eden ilke ve değerleri (ve değişime öncülük eden kişi ve kurumları-hareketleri) dikkate alan analizler yapmak gerekir. Ben böyle bir analiz yaptığımda tutucu kesimlerin panik ve telaşının aşağıda açıklayacağım şekilde geçersiz olduğu sonucuna ulaşıyorum.
Her şeyden önce, Türkiye’nin ciddi değişim sürecinin başlamasından önceki pozisyonunun iyi ve normal olmadığını vurgulamak gerekir. On yıllardır bir kısmi istikrarın bulunması bizi aldatmamalıdır. İstikrar, kendi başına bir amaç olamaz; o, olsa olsa, bir ara amaç-araç amaçtır. Bir kölelik rejimi de istikrarlı olabilir ama istikrarlılığı kölelik rejiminin iyi ve muhafaza etmeye değer olduğunu göstermez. Kölelik rejimi istikrar içinde süreceğine, köleliğin kalkmasına yardımcı olabilecek bir istikrarsızlığın doğması tercih edilir. İkinci olarak, Türkiye, olan bitenle normalden uzaklaşıyor, anormalliğe yelken açıyor demek, tabloyu tam manasıyla çarpıtmaktır. Türkiye’de anormallik kurumsallaşmış ve uzun sürmüş olduğu için bazıları anormalliği normallik sanmakta ve saymaktadır. Bu, ahlaki olarak sürdürülmemesi gereken, pratik olarak sürdürülemeyecek bir durumdur. Geçenlerde Hilal Kaplan’ın Taraf gazetesindeki bir yazısında gayet iyi ifade ettiği üzere, Türkiye’de bir tür yerli kolonyalizm yaratılmıştır. Bu, tuhaf ve az karşılaşılır bir durumdur. Değiştirilmesi, değişmesi zorunlu ve kaçınılmazdır. Ancak, bu değişikliğin hiçbir sarsıntı olmadan gerçekleşmesi imkânsızdır. Zira, anormalliği içselleştiren ve ondan maddi ve manevi nemalanan kişi ve kesimler vardır ve onlar anormallikten her sapmaya direnecektir.
Türkiye’de değişim çabalarının ana istikameti liberal demokrasidir. Dolayısıyla, gidiş iyiyedir. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, Türkiye normalleşmeye çabalamaktadır. Darbecilik faaliyetlerinin hukuk duvarına toslaması bu çerçevede görülmelidir. Demokrasi sivillerin silahlılara hükmettiği, silahlı memurların güvenlik dışında hiçbir işle -özellikle politikayla- meşgul olamadığı, askerin amirinin politikacı olduğu rejimin adıdır. Demokraside askerler siyasete sınır çizemez, rejime renk veremez. Askeriyeyi meşru sınırlarına çekme adımları anormalleşme değil normalleşme çabalarıdır. Demokrasiye inanan herkes bu çabaları destekleme ahlaki göreviyle yükümlüdür. Yargı reformu da normalleşmenin olmazsa olmazıdır. Koruyuculara karşı bizi kimin koruyacağı sorusu gibi hukuk tanımaz, yetki istismarcısı, kendilerine ayrıcalıklı ve dokunulmaz bir statü inşa etmiş hukukçulara karşı kim tarafından ve nasıl korunacağımız sorusu da hayati önemdedir. Hem yargıyı demokratik-toplumsal meşruiyete kavuşturma hem de yargı adamlarını evrensel hukuk zihniyetine uydurma acil ihtiyacı bir reformu kaçınılmaz kılmaktadır.
Zaman, 12.03.2010