1924 Anayasası’nda meclis hükümeti-parlamenter hükümet karması bir yapı ortaya çıkmıştır. 1909–1920 arası dönem ile 1961 ve 1982 anayasalarında parlamenter sistem tatbik edilmiştir. Son 30 küsur yıllık süre içerisinde başta Süleyman Demirel, Turgut Özal ve Tayyip Erdoğan olmak üzere bazı önemli siyasî şahsiyetler, başkanlık ya da yarı başkanlık sistemlerinden birisinin ülkemiz açısından daha işlevsel olacağını belirtmişlerdir. Son olarak AK Parti, Anayasa Uyum Komisyonu’na başkanlık sistemi modelini önermiştir. Anayasal zeminde cumhurbaşkanının en zayıf olduğu dönemlerde bile yürütme içerisinde bir kanadı teşkil eden cumhurbaşkanı ile diğer kanadı teşkil eden başbakan ve Bakanlar Kurulu arasında değişen şiddet tonlarında gerilimler, bazen de çatışmalar yaşanmış, bu durumlar bazen siyasî sistemin işleyişinde ciddi tıkanmalara sebep olmuştur. Cumhurbaşkanının yetkilerinin parlamenter sistemi de zorlayacak şekilde artırıldığı 1982 Anayasası döneminde yürütme içi çatışmalar en üst düzeye çıkmıştır. Bazen aynı siyasî gelenekten gelen cumhurbaşkanı ile hükümet arasında bile ciddi çatışmalar yaşanmıştır. 1961 Anayasası zamanında, cumhurbaşkanlığı makamı anayasal olarak zayıf düzenlenmiş ise de, bu makama yönelik seçimler hep ciddi çatışmalara sebep olmuş, her cumhurbaşkanlığı seçiminde derin krizler yaşanmış; bu makama hep askerî vesayet rejimini sürdürebilecek şahsiyetler seçilmiştir. 1961 Anayasası döneminde yaşanan bu pratiklerden hareketle, 1982 Anayasası’nda, “sanki hep askerî vesayet düzenini koruyacak kişiler cumhurbaşkanı seçilecek imiş” gibi öngörülerek, Cumhurbaşkanlığı makamı üst düzeyde güçlendirilmiştir. Cari sistem içerisinde yaşanan ve sorunlu olarak görülen bir diğer durum da bazı dönemlerde koalisyon hükümetlerinin ortaya çıkmasıdır. Türkiye’de koalisyon hükümetleri hep başarısız görülmüş, çoğu ciddi atılımlar genellikle tek parti iktidarları zamanında gerçekleşmiştir. Belki de parlamenter sistemin en sorunlu yönü, bürokratik iradenin yasama üzerindeki etkin belirleyiciliğidir. Yasama kendi gündemine hâkim olamadığı için, bürokrasiden gelen kanun önerilerinin çok büyük ekseriyeti, parti içi disiplinin de bir neticesi olarak, hiş değişmeden yasama meclisinde kabul edilmektedir. Bu yolla atanmışların seçilmişler üzerinde fiilî bir üstünlüğü ortaya çıkmaktadır. Bunun, “seçilmişlerin üstünlüğü” şeklindeki demokratik ilke ile bağdaşırlığı yoktur.
Türkiye’de yaşanmakta olan “hükümet sistemi merkezli” derin sorunlara rağmen, muhalefet çevreleri ile bazı akademik camiadan gelen tepkilerin, genellikle hükümet sistemi değişikliği aleyhine olduğu görülmektedir. Bu tutumun sergilenmesinde iki tür kaygının etkili olduğu söylenebilir. Birincisi, yasama-yürütme arasında ya da yürütme içi çatışma riskidir. Yasama-yürütme arası çatışma riski başkanlık sistemi için, yürütme içi çatışma riski de yarı-başkanlık sistemi için öngörülmektedir. Diğer yandan koalisyon ve bürokratik iradenin yasama üzerinde belirleyici olması riski yarı-başkanlık sisteminde de söz konusudur. İkincisi, başkanlık sisteminde başkanın dizginsiz bir güç haline gelebileceği, bunun da diktatörlüğe sebep olabileceğidir. Ülkemizde günümüze kadarki pratiklere bakıldığı zaman, hükümet sistemi temelli sorunların yargı tarafından da desteklendiği görülmektedir. Hâkimler çoğu kereler ideolojik yönde kararlar vererek, sistem içi sorunların yaşanmasında önemli katkılar sağlamış; bu yolla ideolojik temelli vesayet rejimi sürdürülmek istenmiştir. Bu çerçevede demokratik temsil kabiliyetine sahip çoğunluğun iradesi, yargı vasıtasıyla ideolojik kaygılar temelinde dizginlenmeye çalışılmıştır. Burada çoğu kereler yargı+askerî bürokrasi+cumhurbaşkanı sürekli demokratik irade üzerinde dengeleyici unsur olarak işlev görmüştür. Bu işleyişte yargı, ideolojik içerikli tutumlar sergileyerek siyasî alanın alabildiğine daralmasına sebep olmuş; bunun neticesinde yargıya yönelik ciddi manada güven zafiyeti ortaya çıkmıştır.
Yeni anayasa yapımı aşamasında yargının bu sefer de başka türlü savrulma gerçekleştirebileceğinden; bir diğer ifadeyle her halükârda AK Parti istikametinde bir eğilim sergilemesinden korkulmaktadır. Bu savrulma neticesinde, başkanın her türlü tasarrufunun, değişen eğilimleriyle ortaya çıkan yargı mercileri tarafından onaylanacağından, bu yolla yargıyı da arkasına alan güçlü bir başkanın diktatörlüğe dönüşebileceğinden korkulmaktadır. Ben bu kaygıların hiç de yabana atılır türden olmadığı kanaatindeyim. Yargının bağımsızlığı önemlidir, ama bir hukuk devleti için, yargı bağımsızlığı, tarafsızlık varsa bir değer taşır. Tarafsız olmayan bağımsız bir yargı, hâkimler yönetimine dönüşebilir. Bu tür bir yönelim, siyasî otoritarizmin yargı yoluyla meşrulaştırılması neticesini ortaya çıkaracaktır. Bu durumun ortaya çıkmaması, bağımsız olan yargının tarafsız olmasına bağlı bulunmaktadır. Yargının tek kaygısının hukukun hâkim kılınması olması gerekir. Yargı, ideolojik içerikli kararlarla siyasî alanı daralttığı ölçüde, sistemsel krizlerin bir başka odağını teşkil eder. Güçlendirilmiş olan yargının bağımsızlık ve tarafsızlığı, başkanlık sisteminin diktatörlüğe dönüşmesini önleme konusunda son derece önemi haiz bulunmaktadır.
Türkiye’de hükümet sistemi merkezli sorunların nihayet bulabilmesi için hükümet sistemi değişikliğine gidilmesinin gerekli olduğu kanaatindeyim. Benim önerim başkanlık sistemidir. Ama burada sözünü ettiğim sistem, “başkancı sisteme” kaymayan “saf başkanlık” sistemidir. Bu sistemin diktatörlüğe dönüşmeksizin başarılı olabilmesi, yargının bağımsızlık ve tarafsızlık ile mücehhez olarak güçlü olmasına bağlıdır. Zayıf ya da taraflı yargı, başkanın diktatörlüğe kaymasını meşrulaştırıcı yönde işlev görebilir. Bu şekilde Türkiye ciddi bir sorun olarak görülen koalisyon yönetiminden de kurtulmuş olur. Bu sistemde başkan ile yasama arası çatışma riskinin ortaya çıkabileceği söylenebilir ise de, kanaatimce hukuk devleti ilkesinin gereklerinden birisi de kuvvetler ayrılığı ilkesidir; bu ilkenin bir gereği de yasamanın güçlü olmasıdır. Yasamanın güçlü olması hukuk devleti ilkesi açısından önemli ise bundan korkulmaması gerekir. Karşılıklı denge-fren mekanizmaları vasıtasıyla bu sorunlar bir şekilde aşılabilir. Güçlü yasama, atanmışların yasamaya yönelik fiilî belirleyiciliğine de son verecektir. Bu yolla, yasama işlemleri yasama organı içerisinde hazırlanıp kabul edilecektir. Başkanlık sisteminin sağlıklı işleyişi için, temsilci adaylarının tespit edilmesinde, başkan ya da parti üst yönetiminin değil, siyasî parti tabanının belirleyici olması gerekir. Aksi halde yasama, zayıflayarak başkanın güdümüne girebilecek, bunun neticesinde de yasama-yürütme arasında kuvvetler bütünleşmesi ortaya çıkabilecektir.
Yarı başkanlık sisteminin Türkiye için en elverişsiz sistem olduğu kanaatindeyim. Çünkü bu sistemin bazı sorunlar yaşanmakla birlikte en başarılı bir şekilde tatbik edildiği Fransa’da, kohabitasyon (birlikte yaşama) dönemlerinde ortaya çıkması muhtemel olan yürütme içi çatışma riski, cumhurbaşkanının siyasî bir tercihle geri çekilmesi ile çözülmektedir. Türkiye’de yaşanan pratiklere bakıldığı zaman, aynı eğilimde olan cumhurbaşkanı ile hükümet arasında bile değişen tonlarda gerilim ve çatışmalar yaşandığı dikkate alındığı zaman, Fransa’da fiilî olarak işleyen bu siyasî gelenek ülkemizde mevcut olmadığı için, kohabitasyon dönemlerinde bu çatışmalar en üst düzeye çıkabilecektir.
Zaman, 06.12.2012