Türkiye Bir Diktatörlük mü?

Türkiye’de bir diktatörlük rejimi olduğu zaman zaman öne sürülüyor. Hem ülkede hem de yurt dışında tekrarlanan bu görüşe göre ülke bir diktatörlük rejimine sahip ve Erdoğan acımasız bir diktatör. Bazen aynı anlama gelmek üzere “saray rejimi”, “tek adam rejimi” gibi tabirler de kullanılıyor. Böylece, Türkiye’de, Erdoğan’ın kurucusu olduğu ve demokrasiyle uzaktan yakından bir ilişkisi olmayan bir rejimin hüküm sürdüğü iddia ediliyor…

Türkiye’de bir diktatörlük bulunduğu iddiası -daha doğrusu suçlaması veya ithamı- gerçeğe ne kadar tekabül ediyor? Ülkemizde gerçekten bir diktatörlük rejimi mi var? Erdoğan bir diktatör mü? Bunun işaretleri, göstergeleri, delilleri neler?

Diktatörlüğün Teorisi ve Pratiği

Hakkıyla değerlendirebilmek için meseleye daha yakından bakalım. Diktatörlüğü hem teorik hem de ampirik olarak ele alalım. Önce diktatörlüklerin umumi hususiyetleri üzerinde duralım. Daha sonra tarihî bir örnek olarak Türkiye’nin yaşadığı tek parti diktatörlüğünün temel özelliklerini belirleyelim. Ardından Türkiye’deki mevcut durumu tespit ettiğimiz ölçütler açısından değerlendirelim.

Siyasi rejimler kabaca demokratik ve anti demokratik rejimler olarak ikiye ayrılır. Anti demokratik rejimlerin iki türü vardır: Totaliter rejimler ve otoriter rejimler. Diktatörlük kavramı her ikisi için de kullanılabilir. İkisi arasındaki en temel ortaklık ikisinin de tek parti rejimi olmasıdır. Totaliter rejimler bu yazının konusu değil. Bundan dolayı bu yazıda diktatörlük derken sadece otoriteryen rejimleri kastedeceğiz.

Bütün diktatörlükler, akademisyenlerin ittifak ettiği ve siyaset bilimi kitaplarında belirtildiği üzere, siyasî çoğulluğun, dolayısıyla açık ve meşru rekabetin bulunmadığı, bazen görünürde birden çok parti olsa bile fiiliyatta tek partili olarak işleyen rejimlerin adıdır. Diktatörlük rejimlerinde yarışmacı seçimler yoktur. Seçim varsa da sadece şeklidir. Dolayısıyla halk kesimleri farklı partiler tarafından temsil edilmez. Tek ve tekelci parti bütün toplumu temsil etme iddiasındadır. Hâliyle, parlamento, bu yüzden, millî iradeyi yansıtmaz. Seçim yapılsa bile iktidar değişmez. Gerçek anlamda muhalefet partilerinin olmasına ve oluşmasına izin verilmez. Parlamento tek sestir, yani kelimenin gerçek anlamında parlamento olmaktan uzaktır. Sıraları diktatörün adamlarıyla doludur ve hemen hemen hiçbir gerçek fonksiyonu yoktur. Buna paralel olarak, diktatörlüklerde medyada çoğulluk da olmaz. İfade ve basın özgürlüğü bulunmaz ve muhalif medya organlarının var olmasına ve yaşamasına izin verilmez. Medya organları daha ziyade iktidarın uzantısıdır; resmî ve izin verilmiş olanlar dışında haber ve yorum yapamaz…

Bu teorik anlatımı Türkiye’de tecrübe edilmiş tek parti diktatörlüğü örneğiyle karşılaştırarak da değerlendirebiliriz.  Türkiye’de 1925-1945 (hatta 1950) arasında bir tek parti diktatörlüğü yaşandı. Sistemin öncüleri önce M. Kemal daha sonra İ. İnönü idi. Bu dönemde diktatörlüğün yukarıda sıralanan tüm özellikleri mevcuttu. Her şeyden önce siyasî çoğulluğun ve rekabetin oluşmasına izin verilmedi. Demokratik siyasî temsil yoktu. Alternatif ve muhalif siyasî partiler kurulamazdı. Siyasî rekabet yapılamazdı. Siyasî iktidar kendi kendisini atamaktaydı, göreve geliş ve gidişinin halkla bir ilişkisi mevcut değildi. Temel hak ve özgürlükler bir tür tepeden inme modernleşme projesi hesabına ve bu proje gerekçe gösterilmek suretiyle rafa kaldırıldı. Bu çerçevede din, ifade ve basın özgürlüğü pek yoktu. Basın önemli ölçüde iktidarın destekçisi olarak konumlandırılmıştı. Medyada siyasî iktidar eleştirisi yapılamazdı; iktidarın icraatlarını eleştirel bir bakışla değerlendirme imkânı bulunmazdı…

Türkiye’ye Diktatörlük Ölçütleriyle Bakış

Şimdi Türkiye’nin bugününe bakabiliriz. Türkiye’de diktatörlüğün yukarıda ele alınan temel özelliklerinden hangileri ne derecede karşımıza çıkıyor? Başka bir deyişle ülkemizde siyasi çoğulluk, siyasî rekabet ve basın özgürlüğü açısından durum nasıl?

Türkiye’de demokratik seçimler var. Seçimler, hür ve âdil olarak, yargı gözetim ve denetiminde yapılmakta. Türkiye bu bakımdan Türkiye’nin diktatörlük olduğunu iddia eden ülkelerin bazılarına ders verecek ve onlar tarafından örnek alınacak kadar başarılı. Seçimler sonuç yaratıyor; yani iktidarın seçimlerle değişmesi mümkün. Muhalefetin aylarca seçimi erkene alma çağrısı yapması, sonunda seçime gidiyor olmamız ve muhalefetin kazanma ümidi besleyebilmesi de bunun bir işareti. Diktatör denilen Erdoğan da başarılı siyasî hayatını tamamen halkın serbest seçimlerde onu tercih etmesine borçlu. Hatta Erdoğan büyük ölçüde bürokratik hâkimiyet odaklarına karşı ana silah olarak demokratik seçimleri gören ve kullanan bir lider. O kadar ki, siyasî hayatında karşılaştığı bütün problemleri seçimlere ve referandumlara giderek aştı. Erdoğan’ın 31 Mart 2019’daki İstanbul BBB seçimlerine yapılan haksız ve yanlış itirazı dışında bir hatası olmadı. Üstelik o seçimlerde yapılan da bir bakıma ve bir dereceye kadar mazur görülebilirdi, çünkü, oy farkı çok azdı. Aynı oy farkıyla CHP kaybetseydi muhtemelen hile yapıldı iddialarıyla yeri göğü inletirdi.

Türkiye’de parlamentonun ve siyasetin çoğulluğu da tartışılmaz bir gerçek. Değişik siyasî görüşlerden partiler TBMM içinde ve dışında varlıklarını sürdürmekte. Siyasî çeşitlilik ve çoğulluk ülkemizin çok alıştığı için olağan karşıladığı ve bu yüzden çoğu zaman farkına bile varmadığı bir gerçek. Siyasî çoğulluk öylesine baskın ki, terör ile arasına bir mesafe koymamakta direnen bir parti bile, AB demokrasilerinden -mesela İspanya’dan- farklı olarak var ve parlamentoda grup sahibi. Partiler iktidara yönelik en sert eleştirileri dile getirebilmekte.

Türkiye’de medyada da çoğulluk olduğu kesin. Tüm medyanın diktatörlüğe ve Erdoğan’a hizmet ettiği iddiaları temelsiz ve yanlış. Türkiye’nin en çok satan gazetesi Sözcü bir kategorik muhalif yayın organı ve bir gazeteden ziyade bir CHP bülteni gibi yayınlanmakta. Ayrıca, kategorik hükümet karşıtı yayın organları arasında, Cumhuriyet, Birgün, Karar, Korkusuz, Evrensel, Yurt, Yeniçağ, Yeni Mesaj, Yeni Asya, Millî Gazete, Yeni Yaşam gazeteleri de var. O kadar ki, kategorik muhalefet psikolojisiyle hareket ettikleri için gazetecilikleri çoğu zaman meslekî ahlâk sınırlarının dışına taşmakta. Televizyon istasyonları arasında da muhalif olanlar eksik değil. Halk, KRT, Fox, Tele1, Flash, Yol gibi her an ve her şeyde muhalif ve Haber Türk, TV100 gibi yerine göre muhalif televizyon kanalları yayında. İnternet haber siteleri bakımından ise, muhalefetin tartışılmaz üstünlüğü söz konusu. Aynı durum sosyal medya bakımından da büyük ölçüde geçerli. Hatta bu sosyal medya hakimiyeti yüzünden muhalefetin seçimi mutlaka kazanacağına ve Erdoğan’ı göndereceğine kesin olarak inanmış epeyce insan var.

Türkiye’de eskiden bir başbakan ve bakanlar kurulu vardı. Şimdi ise halk tarafından doğrudan seçilen bir başkan iş başında. Başkanın yetkilerinin çok olduğu elbette ileri sürülebilir. Nitekim ben de başkanın yasama, yürütme ve yargıya ilişkin yetkilerinin bir kısmını diğer seçilmiş demokratik organ olan TBMM ile paylaşması gerektiğini düşünmekteyim. Keza aday cumhurbaşkanı seçildikten sonra parti üyeliğinin sona ermesi veya en azından gevşetilmesi taraftarıyım. Ama bunları söylemek başka sistemin bir tek adam sistemi, bir diktatörlük olduğunu öne sürmek başka. Bu açıdan bakıldığında meselâ ABD de bir tek adam sistemine sahip. Türkiye’de kurumlaşmanın ABD’dekine nispetle hayli zayıf olduğu elbette bir hakikat. Ancak, bu konuda da söylenebilecek şeyler var. Türkiye hiçbir zaman kurumlaşmanın yeterince geliştiği ve kurumların tıkır tıkır işlediği bir ülke olamadı. Yani Türkiye’nin bu bakımdan özlenecek, imrenilecek bir geçmişi yok. Bunda ana sebep ülkede bir bürokratik vesayet sisteminin hüküm sürmesi ve bürokrasinin işleyişinin birçok bakımdan siyasetçinin ulaşabildiği menzilin dışında kalmasıydı. Başka bir deyişle kurumlaşmanın zayıf olması tek başına Erdoğan’a atfedilebilecek bir husus değil. Erdoğan’ın yarattığı bir durum olmaktan ziyade, önemli ölçüde, Türkiye’nin yakın dönemde yaşadığı olayların sonucu. Bu açıdan ortaya çıkan son problem de, bilindiği üzere, FETÖ’nün belli başlı bütün kurumlara sızması ve onları hâkimiyet altına almasıydı. FETÖ ile mücadele de kaçınılmaz olarak, en azından kısa vadede, kurumlaşmayı zayıflattı.

Sonuç olarak söylemek gerekir ki, Türkiye’nin “sapkın parlamenter sistemden” bir tür “sapkın başkanlık sistemine” geçmesinin bir “tek adam” veya “saray” rejimi ortaya çıkardığı, yani bir diktatörlük ve bir diktatör doğurduğu eleştirileri temelsiz ve abartılı. Gerek teorisi gerek pratiği açısından bakıldığında ne Türkiye’de bir diktatörlük var ne de Erdoğan bir diktatör. Bu görüş eski sistemden kalma açılardan meselelere bakmanın ve muhalefet etmede makul ve mutedil olmaktan uzaklaşmış olmanın sonucu. Ayrıca Türkiye’de ilk defa karşımıza çıkan bir durum olmaktan da uzak. Dediğim gibi, CHP dışındaki tüm iktidarlar -yani merhum Menderes, Demirel ve Özal, hatta bir ölçüde Erbakan- bu tür suçlamalarla karşılaştı.

Diktatörlük İddiasını Öne Sürenlerin Tuhaf Çelişkileri

Türkiye’nin bir diktatörlük ve Erdoğan’ın bir diktatör olduğu iddialarını değerlendirirken dikkat çekmek istediğim iki mühim çelişkisi var. Bunlar iddia sahiplerinin inandırıcılığını ciddî biçimde zedelemekte.

İlki Erdoğan’a yönelik diktatör suçlamalarının bu kadar çok ve böylesine kolay dile getirilebilmesinin nasıl yorumlanacağıyla ilgili. Bu tür eleştiriler, yazının başında da söylendiği üzere, hemen her gün çeşitli yol ve vasıtalarla ifade edilmekte. Ancak, bu söylem aynı zamanda kendi kendisini yalanlama potansiyeline sahip. Diktatörlük suçlaması ne kadar çok yapılırsa bu iddianın altı o kadar çok oyulmakta. Zira, gerçek bir diktatörlük rejiminde yaşıyor olsaydık diktatöre diktatör denemezdi. Bunu söylemeye cesaret edenler ya hayatta kalamazdı ya da zindanlarda süründürülürdü. Demek ki Türkiye’de kendine diktatör diyenleri cezalandırma yetkisinden ve gücünden mahrum bir diktatör var!

İkincisi Erdoğan’ı diktatör olmakla suçlayan ve Türkiye’de bir diktatörlük olduğunu öne sürenlerin önemli bir bölümünün ülkemizde yaşanmış tek parti diktatörlüğü dönemine ilişkin bir eleştiri getirmemeleri. Bunun sebebi olarak vakanın geçmişte kalmış olması gösterilebilir. Ancak zaman zaman dönemin hem de abartılı biçimde övülmesinin ve döneme yönelik her türlü eleştirinin çok sert şekilde cevaplanmasının -hatta şiddetle bastırılmasının- bunu yapanların aslında diktatörlüğe prensip olarak karşı çıkmadığını ve diktatörlükler arasında ayrım yaptığını gösterdiği söylenebilir. Bunlara göre kendi kafalarından biri diktatörlük kurarsa iyidir ama başka görüştekiler demokratik yarış sonucunda iktidara gelse bile onları diktatörlükle suçlamak meşrudur ve siyasi mücadelenin yalnızca kendilerine mahsus bir aracıdır!

Türkiye’nin Ana Problemi

Bu tartışmalar daha çok yapılacak. Ancak, bana göre, Türkiye’nin ana problemi yürütmenin tek kişi mi olduğu yoksa bir başbakan ve bakanlar kurulundan mı oluştuğu -yani sistemin parlamenter sistem mi yoksa başkanlık sistemi mi olduğu- değil, siyasetin alanının sivil toplum aleyhine çok geniş olması. Ülkede her şey bir şekilde siyasetle doğrudan doğruya veya dolaylı olarak ilişkili. Kredi almaktan üniversite rektörü olmaya, işe girmekten görevde terfi almaya kadar neredeyse her şey siyaset yoluyla yapılmakta. Bunun, rahmetli Kazım Berzeg’in işaret ettiği gibi, bürokratik tahakküm geleneğine sahip olan bir ülkede siyaset tarafından bürokratik tahakkümün kırılması gibi müspet tarafları elbette var. Ancak, zararları da mevcut. Kuralların oluşmaması ve ilişkilerin kaba güç ilişkilerine dönüşmesi ve o şekilde yürütülmesi gibi. Maalesef hem bu durumun sonuçlarından biri olan hem de bu durumu destekleyen bir siyasî kültürümüz de var. İktidarı eleştiren ve iktidara talip olan siyasî partiler sivil alanı siyasal alana karşı genişletmek yerine, iktidarın alanını genişletmek, ama onu daha iyiye kullanmak vaadiyle seçimlere giriyor. Bu problem çözülmedikçe sistemin parlamenter mi yoksa başkanlık sistemi mi olduğu ikinci derecede önemli.

Bu yüzden, Türkiye’nin daha iyi bir ülke olmasını isteyenlerin, kafayı diktatörlük rejimi ve Erdoğan’ın diktatör olup olmadığı tartışmalarına takmak yerine, bu temel problemi de görmesi, üzerinde düşünmesi ve çözülmesi için çaba sarf etmesi ülkemiz için her bakımdan daha doğru ve yararlı olur.

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et