Son günlerde bazı çevrelerde sıklıkla dile getirilmeye başlanan “sivil darbe” kavramının içeriği ve üzerinde durulduğu dönem itibariyle hangi amaçlara hizmet ettiği yönünde çok sayıda değerlendirme yapıldığı görülmektedir.
Siyasal tarihimizde çok sayıda askeri darbe, gizli açık, modern-post-modern müdahale yaşamış olan ülkemizde askeri darbeler hakkında hemen herkesin az veya çok bir bilgiye sahip olduğu söylenebilir. Sivil darbe kavramı ise, siyasal bilim literatüründe çok fazla üzerinde durulan bir kavram değil.
İktidarın, askeri olmayan güçler, sıradan insanlar tarafından silah zoruyla ele geçirilmesi ise anlatılmak istenen, bunun da “sivil” bir yanının olmadığı ortadadır. Medyamızda çıkan yazılara baktığımızda ise, iki farklı biçimde bu kavramı anlamlandırma çabası olduğu görülüyor. İlki, “ulusalcı” tabir edilen kanat tarafından yapılan yorumlarda sivil darbe, AK Parti’nin 2002’den bu yana halk desteğini arkasına alarak seçimleri kazanması ve bu yolla ülkede cari siyasal sistemi değişime uğratma çabası biçiminde açıklanmaktadır. Bunun karşısında ise, liberal, sol ve muhafazakâr demokratlar sivil darbe söyleminin askeri darbe girişimlerini gözden uzak tutmak için bulunmuş bir icat olduğunun altını çiziyorlar. Aklıma hemen, Ataol Behramoğlu’nun bir söyleşide Oya Baydar’a “367 olayının” bir tür “icat” olduğunu söyleyerek savunması geldi. Sanırım bu kavram da böylesi bir “icat” sonucu ortaya çıkmış bir yöntem olsa gerek.
Aslında ulusalcı-Kemalist kanadın, ülkede yaşanan demokratikleşme sürecinin sekteye uğratılmasına yönelik asıl alışıldık argümanı bilindiği üzere “laikliğin tehlike altında olmasıydı”. Nitekim “laiklik vurgusunun”, hemen tüm askeri darbe ve müdahaleler ve resmi söylem içinde, en fazla ağırlığa sahip olduğu görülmektedir. 28 Şubat müdahalesini, bu düşünceyi savunanlara göre meşru kılan, laiklik karşıtı eylemlerin önlenememesi ve “demokrasiye balans ayarının” kaçınılmaz olmasıydı. Ancak giderek bu “laiklik elden gidiyor” söyleminin, bıkkınlık yaparak taraftar bulma güçlüğü içerisine girmesi ve mevcut hükümetin AB hedefi doğrultusunda ve hukuk devletinin gereklerine uygun adımlar atmasının yeni bir argüman bulmayı da zorunlu hale getirdiği söylenebilir. Yani burada asıl kaygı, statükonun devamının tekrar nasıl sağlanabileceğidir. Artık asıl “tehlike”, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir daha geri dönülemez biçimde çağdaş demokratik hukuk devletine dönüşmesidir. İşte bu “tehlikenin farkında” olanların da yeni bir dayanak oluşturma çabasıyla sivil darbe kavramını ortaya atmış oldukları görülmektedir.
Askeri darbeden umutlarını kesenler, Cumhurbaşkanlığı seçim süreciyle başlayan süreçte, asker dışı güçleri de işin içine daha yoğun bir biçimde sokarak seçilmiş hükümeti bloke ederek, çalışamaz hale getirip, iktidarı ele geçirmeyi planlamaktaydılar. Özellikle Cumhurbaşkanı Sezer bu kesimi hem moral anlamda hem de yaptığı tercih ve uygulamalarla desteklemiş, devletin en tepe noktasından bu tip girişimlere açık destek vermişti. Diğer yandan, bu dönemde, ordu içerisinde “Ayışığı”, “Sarıkız” ve “Eldiven” kod adlı darbe planları olduğuna yönelik güçlü belirtiler ortaya çıkmaktadır. Ancak bunların uygulama aşamasına geçirilememesi ve hükümetin 27 Nisan Muhtırası karşısındaki sert duruşuyla da ordu içindeki darbeci unsurların geriye çekilerek sivil unsurların daha aktif biçimde kullanılmasının düşünüldüğü söylenebilir. Başta, Anayasa Mahkemesi’nin öne çıkmasıyla yaşanan “yargısal aktivizm” yoluyla hükümeti pasifize etme ve iktidar partisini kapatma planları bu doğrultuda değerlendirilebilir. 27 Nisan Muhtırası’nı bizzat kaleme alan Genelkurmay Başkanı Büyükanıt ile Başbakan Erdoğan’ın yaptığı Dolmabahçe görüşmesi, içeriğinden öte sembolik anlamıyla ordunun bir anlamda siyasal alandan geri çekilmeye başladığını göstermiştir. Bu sürecin sonunda ise, Ergenekon Davası’yla, ordu içerisindeki darbe kapasitesini iyice zayıflatan gelişmeler yaşanmasıyla beraber, artık “sorumluluğun” tümüyle sivil unsurların omuzlarına yüklenmesi “ihtiyacı” açık biçimde ortaya çıkmaktadır.
Sivil darbe suçlamasının gerçeklikten yoksun ve oldukça da sığ ve zayıf bir argüman olduğu da açıktır. Ülkede bir “tek parti diktası” kurulduğuna yönelik bir belirti yoktur, aksine hukukun üstünlüğünü sağlamaya dönük reformlar yaşanmakta, demokratikleşme adına ezberler bozulmaktadır. Ancak, bu kesimlerin, iddia ve suçlamalarının gerçeğe yakın olması gerektiği gibi bir “dertlerinin” olmadığı da görülmektedir. 28 Şubat dönemi ve sonrasında, “Türkiye İran oluyor”, “dindarlaşıyoruz” veya “Malezyalaşıyoruz” gibi senaryolar nasıl gerçeklikten uzak ise, bu suçlama ve iddia da aynı biçimde toplumun sosyolojik gerçeklerinden uzaktır.
Farklı grupların duruşuna göre, ya “neo-liberallerin egemenliğine karşı”, veya “İslamcı faşizmin iktidarına karşı” ya da “ulusal devletin tasfiyesine karşı” bu engellemenin amacı ve niteliğinin değişmesine karşın ortak hedef değişmiyor. Özgürlükçü demokrasi karşıtı kesimler aynı zeminde bir araya geliyor. Demokrasi yanlısı kesimler de aralarındaki farklara karşı aynı paydada buluşmaya devam ediyorlar. Aslında “karşı-demokrasi cephesi” yeni bir şey değil. Demokrat Parti iktidarına karşı “sivil” destekli cunta eliyle, bürokratik-otoriter devlet çekirdeği, seçimle kaybedilen iktidarı silah zoruyla ele geçirip seçilmiş başbakanı tüm dünyanın gözü önünde idam ettiyse, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 27 Nisan biçimleri farklı olmakla birlikte aynı amaca yönelik eylemlerdir. Demokrasi yönündeki tüm hareketler, askeri-bürokratik vesayetçi rejime tehdit oluşturan birer “sivil darbedir” aslında. Aslında “sivil darbe” 1950’deki özgür seçimler sonunda, “çarıklı ve poturlu” olduğu için Ulus Meydanı’na giremeyenlerin desteğindeki Demokrat Parti’nin iktidara gelmesidir. 1983’te Özal’ın darbecilere inat halkı arkasına alarak hükümet olmasıdır. 2002 seçimlerinde “göbeğini kaşıyan adamların”, “pijama giyip kırda bayırda mangal yapanların” yani bu ülkenin çoğunluğunu oluşturan, her renkten, her din ve meşrepten sıradan insanlarının siyasal yaşama ağırlığını koymasıdır. Sivil darbe, aslında ifade özgürlüğüdür, örgütlenme özgürlüğüdür. Son aşamada, Türkiye’nin ve dünyanın geldiği noktada, bürokratik-otoriter devlet yapılarının yaşama şansı kalmamıştır. Nasıl ki, 1989’da Sovyet Diktatörlüğü çatırdayarak bir anda yıkıldıysa, ne yapılırsa yapılsın “tarihin ruhu” bundan sonra da benzer siyasal yapıların varlığına izin vermeyecektir. Demokratikleşme ve özgürleşmeden başka seçenek olmadığı artık açık biçimde ortadadır.
Zaman, 20.01.2010