Tarihi bu şekilde okuduğunuzda gerçekten büyük bir zevk alırsınız ama bizde tarih genelde bir iman alanı gibi okunur. İman alanı derken tutumu kastediyorum. Muhafazakar-Milliyetçi çevreler ile Kemalist-Sol-Marksist çevrelerin tarih algısı arasında çok büyük bir fark yok. Sadece kutsal olanlar farklılaşır yoksa tutum aynıdır. Ve yine çoğu kez amaç hakikati görmek, olanı biteni kavramak değil bilakis kutsalın tahkimidir. İşin garibi bu kutsalın tahkimi meselesi olaylardan uzaklaştıkça daha da mühim bir hal alabilir ve siz çoğu kez gizlenen asıl gerçeği gözünüzün önünde de olsa göremezsiniz.
O denlidir ki öğretilmiş milliyetçiliğin argümanları, en aklı başında bildiğimiz siyasileri, akademisyenleri bile etkileyebilir. İnsanların bu öğretilmiş çaresizlik karşısındaki tutumlarına en güzel örnek isimlerdir, özellikle yer isimleri.
***
Tarih boyunca güçlü, kudretli ve kendine güvenen güçler çok nadiren isimlerle uğraşmıştır. Osmanlı Tarihi boyunca köy, kasaba, şehir ve bölgelerin isimleri ya aynen korunmuş ya da zamanla yeni ismi halka malolmuştur. Öyle ki uzun bir zaman her iki isim de belgelerde kendisine yer bulmuştur. İstanbul ile Konstantinapolis birlikte arzı endam edebilirken, herhalde Adrianapolis de bir günde Edirne’ye dönüşmedi…
Cumhuriyet’in milliyetçilikler çağının bir çocuğu olduğunu unutmamak lazım ama nedense bizler bunu hep unutuyoruz. Cumhuriyet, Osmanlı’nın bir devamı olduğu kadar bir ölçüde de reddi mirasçısıdır. Bu da aslında doğal, Osmanlı klasik bir imparatorluktu ve maalesef miadını doldurmuştu. Mevcut hali ile devamı da çok mümkün gözükmemişti Cumhuriyeti kuran kadrolara.
Cumhuriyeti kuran kadrolar ve İttihatçıların ezici çoğunluğunun Balkan göçmeni olduğu kavrandığında aslında neler olduğu biraz daha anlaşılabilir olur.
Okullarda aldığımız tarih eğitimi hep fütuhatlar üzerine olduğu için Osmanlı’nın Balkanları kaybının aslında Anavatanın kaybedilmesi anlamına geldiğini göremiyoruz. Osmanlı Anadolu’da kurulmuş ama Balkanlarda kök salmış bir devletti. Anadolu’ya hakim olması çok daha sonradır.
Ve imparatorluğun son yüzyılına üç büyük yenilgi (1829, 1877-78 ve 1911-12) sığmıştır. Bu faciaların ardından Osmanlı adım adım Balkanlardan sökülüp atılmış, “Evladı Fatihan”ın torunları birer mülteci olarak Osmanlının kalan son topraklarına sığınmak zorunda kalmıştı.
Her yıl Ermeni Tehciri nedeniyle yaşanan kısır tartışmaları, Kürt sorununu, Alevi sorununu bu arka planı unutarak ele aldığınızda sadece havanda su dövmüş oluruz.
Yaşananlar yaşanılacak olanlara maalesef zemin hazırlamaktadır. Yaşananlar tarihte çok az daha iyi şeylerin yaşanmasına vesile olmuştur. Amerika’yı kuranlar geldikleri yerdeki gibi bir düzen kurmayı tercih etmemişlerdi. Bu da Amerikan tarihinin hayranlık uyandırıcı bir kesitidir.
Bizim hikayemizde ise kayıplar ve yenilgiler peşimizi bırakmadığı için geldiğimiz nokta milliyetçiliğin kucağına düşmek oldu. Balıklama daldığımız I. Cihan Harbinden sağ çıkamayacağımızı anlayınca da radikal kararlar alarak Türk ve Müslüman bir çekirdek inşa edilmeye çalışıldı. Ermeni Tehcirine biraz da bu gözle bakmak lazım.
***
Geçmişte yaşananlar, yaşanacaklara birer referanstı ve İttihatçı kadrolar başka çıkar yol bulamamışlardı. Anadolu’dan Ermeniler ve de Rumlar uzaklaştırılmadığı takdirde yeni bir göç ve katliamın yaşanabileceği endişesi böyle bir tedbire sevk etmişti. Bu refleks Cumhuriyet kadrolarına da geçti doğal olarak, Kürt sorununa da Aleviliğe de hep bu arka planın getirdiği ruh hali ile sert bir yaklaşım benimsendi.
Haklı mı haksız mı sorusunu sormaktan çok, dönemi anlamaya çalışmak olmalı bir tarihçinin asıl görevi. Anlamak demek hala aynı yerde durmayı gerektirmez, tam aksine, daha iyiye gidebilmek hedef olmalı.
Unutmamalıyız ki, bunları anladıktan sonra hala Tunceli’ye Dersim, Güroymak’a Norşin denmesine bozulabiliyorsa bir insan, hala içinde o yenilgiyi yaşıyor demektir.
Bölünmek, parçalanmak…