Siyasî yelpazenin değişik noktalarında yer alan birçok kişinin dile getirdiği harcı âlem bir görüş var: Buna göre, “çok tüketiyoruz”, “tüketim çağında yaşıyoruz”, “tüketim hastalığına yakalanmışız”. İkide bir bunu söyleyenlere verilecek ilk ve en iyi cevap, “biz” çoğul zamirini kullanmaktan vazgeçmeleri, “çok tüketiyoruz” veya “çok tüketiyorlar” demek yerine, “çok tüketiyorum” deyip kendi tüketimlerini azaltmaları gerektiği. Ancak, ben şimdiye kadar hiç bunu yapan bir “tüketim şikâyetçisi” ile karşılaşmadım. Hatta birçok örnekte ayar vermek istediklerinden çok daha fazla tükettiklerini gözlemledim. Böylelerinin tek yaptığı, başkalarına kendilerinin tutmadığı nasihatler çekmek…
Tüketim her hâlükârda kötü müdür? Veya, başka bir şekilde sorarsak, ne kadar tüketirsek iyi ne kadar tüketirsek kötüdür? Bu sorulara saçmalığa dönüşmeyen cevaplar verebilmek için önce insanî hayatın temel mahiyeti üzerinde durmalıyız. İnsan bir canlı. Her canlı gibi bekası için devamlı beslenmek zorunda. Ayrıca, diğer canlılardan farklı olarak, düşünce, kültür, sanat, eğlence gibi faaliyetler için de maddî kaynak ve zaman ayırması gerekiyor. Bunu değiştirmek imkânsız. Diğer bir deyişle insanın bu özelliklerini veri alıp yola çıkmak zorundayız. Zaman haricinde tükettiği şeyler verili olmadığı için de insan aynı zamanda üretmek zorunda. Bir yerde tüketim varsa orada veya ulaşılabilen bir başka yerde zaten üretim de vardır. Kısaca, insan, hem üreten hem tüketen bir varlık. Bu yüzden, tüketime kategorik olarak karşı çıkmak anlamsız. Tartışılabilecek tek şey tüketim çeşidi ve miktarı.
Ancak, tüketimin çeşidi ve miktarı hakkında insanların serbest tercihlerine güvenmeyip herkese zorla tek tip bir kalıp dayatmaya çalışmak çok hatalı. Her şeyden önce bu özgürlüğe aykırı. Özgür insan hayatın başka alanlarında olduğu gibi, ne tüketeceği ve ne kadar tüketeceği hususunda karar verme hakkına da sahip olan insandır. İnsanlar kendi hâline bırakıldığında bu alanda büyük bir çeşitlilik görülecektir. İnsanların çoğu zaman iradelerine bağlı alanlarda tüketmeyi tüketmemeye tercih ettiğini biliyoruz. Hemen her insan tüketim miktarını artırmaya çalışır, çünkü bu refah seviyesiyle doğrudan alâkalıdır. Bu yüzden, insanlar, tarih boyunca, istisnalar dışında, tüketimin az olduğu yerlerden çok olduğu yerlere göç edegelmiştir.
Tüketime cephe almanın ve kamu otoritesi marifetiyle insanların tükettiği şeylere veya onların miktarına keyfî sınırlar koymaya çalışmanın doğuracağı sonuçlar hakkında epeyce ampirik bilgiye sahibiz. Geçenlerde okuduğum Küba”yla ilgili bir haber bu bakımdan çok ilginç. Küba”da devrimden sonra “kapitalist tüketimi engellemek” için otomobil satışları yasaklanmıştı. Bu saçma kararın sonucu olarak milyonlarca Kübalı otomobil kullanma zevkinden ve faydalarından mahrum kaldı. Araba üretimi de ithali de yapılmadığı için ülke otomobil müzesine döndü. Bir süre önce bu politika değiştirildi ve otomobil satışları serbest bırakıldı. Ne var ki, ayda ortalama 20 dolar (evet, yanlış okumadınız, 30 günde 20 Amerikan Doları) kazanan Kübalının bir otomobil sahibi olmak için 175 yıl çalışması gerekiyor. Daha önceden otomobil satışları devlet tekelindeymiş. Başvurana 5 yıl sonra sıra geliyormuş. Sırada önce çıkmak için rüşvet devreye giriyormuş. Yılda 200 araba için 100 bin başvuru yapılıyormuş. Otomobil satışı serbest bırakılmış ama yeni otomobillerden çok yüksek vergi alınıyormuş. Dolayısıyla, otomobiller komşu ülkelerdekine kıyasla 4 kat pahalıymış. ABD”de 13 bin dolara satılan otomobilin fiyatı Küba”da 42 bin dolardan başlıyormuş.
Haber böyle devam ediyor, ama bu kadar bilgi bize yeterli. Siz Küba”da, yani tüketimin devlet tarafından kontrol altına alındığı bir ülkede bu şartlar altında yaşamayı ister miydiniz? Devamlı insanların fazla tükettiğinden şikâyetçi olanların bu soruya cevabını çok merak ediyorum.
05.08.2014, Yeni Şafak