Taraf’ta Ahmet Altan Müslümanlıkla milliyetçiliğin bağdaşmadığını hatırlatan bir yazı yazdı. Şüphesiz haklıydı. Ayrıca, böyle bir yazı kaleme almak için haklı bir nedeni de vardı Altan’ın. Bu, Ermeni meselesinin uluslararası düzeydeki ele alınış tarzından duyduğu rahatsızlığın Başbakan Erdoğan’ı milliyetçiliğe savurmasıydı.
Önce şunu belirteyim: Milliyetçilik ülkesini veya milletini sevmekle aynı şey değildir. Şimdi, İslâmın milliyetçiliğe cevaz vermediğine dair bizatihi İslâmi öğretiden birçok kanıt getirilebilir. Ama bence bunun için şu kadarı bile yeterlidir: İslâm bütün insanlığa hitap eden evrenselci, “cihanşümul” bir dindir.
Böyle olmakla beraber, başka dinler gibi İslâmın da “ulusal” bir din gibi algılandığı, bazı kültürel geleneklerle özdeşleştirildiği yer ve zamanlar olmuştur. Hatta, insan hakları meselesinde kısmen olduğu gibi, İslâmın, kimi evrenselci mesajlara yöneltilen yerelci-baskıcı itirazların bahanesi veya hatta kamuflajı olarak kullanıldığı bile vakidir.
İslâmcılık ideolojisi bu bakımdan tipiktir. Hemen hemen her yerde olduğu gibi, Türkiye’de de İslâmcılık bir tür milliyetçilik olarak ortaya çıkmış veya kısa sürede milliyetçiliğe dönüşmüştür. İslâmcı retoriğin birçok temel kavramı, pekalâ, kılık değiştirmiş milliyetçi kavramlar olarak okunabilir. Bu durum şüphesiz kendi başına İslâmın değil, seküler emeller uğruna -ki en tipik olanı “iktidar”dır- dini kavramları istismar eden İslâmcı ideologların kusurudur. Şüphe yok ki, bu, İslâmın evrenselci mesajına çok zarar vermiştir ve bunun sorumluluğu da öncelikle İslâmcılara aittir.
Tuhaf olan şu ki, Türkiye’de milliyetçiliğin iğvasına direnme konusunda belki de en fazla donanımlı olmaları gereken dindar Müslümanlar bile bu illetten bağışık olamamışlardır. Bunda elbette Türkiye Müslümanlarının -son dönemleri boğucu bir milliyetçi atmosferde geçmiş- tarihsel tecrübelerinin belirgin bir etkisi vardır. Çünkü, İslâm evrenselci bir din olsa da, “soyut Müslüman” diye bir şey yoktur; başka herkes gibi Müslümanlar da tarihsel-kültürel bağlamlarda vardırlar.
Türkiye’de milliyetçilik gerçekten de “boğucu”, “sirayet edici” bir illettir. Sanırım, bu sirayet ediciliğin arkasındaki temel etken Türkiye’nin resmi ideolojisinin baskın unsurunun milliyetçilik olmasıdır. Onun içindir ki, hemen hemen hiçbir dünya görüşü veya ideoloji milliyetçiliğin “bulaşma”sından bağışık değildir. Sadece Müslümanlık değil, sosyalizm ve liberalizm gibi diğer evrenselci öğretiler de şu veya bu ölçüde milliyetçilikle enfekte olmuştur. Bu şartlarda, doğası icabı milliyetçi bir rengi de olan muhafazakârlığın bu bulaşmadan azami derecede nasibini almış olmasına şaşmamak gerekir. Milliyetçiliğin sözde “olumlu” olan türünü “olumsuz” olanından ayırma çabası da işte o sözünü ettiğim “azami nasiplenme”nin bir ürünüdür.
Yine de, Müslümanların milliyetçilikle malul olmalarının onların kendi irade ve tercihlerinden büsbütün bağımsız olduğu söylenemez. Onlar bu illete bile bile düçar olmuşlardır. Çünkü, Müslümanlar neredeyse baştan beri İslâmı bir din veya ahlâki mesaj olmak yerine bir devlet ve siyaset olarak görmüş, buna bağlı olarak da ya siyasi otorite-kurucu ya da bu tür otoriteleri meşrulaştırıcı veya kabullenici konumda olmuşlardır. Tarihsel olarak Müslümanların büyük çoğunluğu tebaası oldukları iktidar ve egemenlik yapılarına “manen ve fikren” dahi mesafeli durmak şöyle dursun, bu yapılarla kendilerini özdeşleştirmiş ve üstünlüğü ahlâki olgunlukta değil fakat devletli/devletlu olmakta görmüşlerdir. Yirminci yüzyıl İslâmcılığı aslında bu sapmanın hem mantıki bir sonucu olmuş hem de zirve noktadır.
Star, 20.03.2010