Tekel işçilerinin eylemleri hem medyada hem toplumda çok yankı yaptı. Medyanın bir kısmı ve muhalefet, AKP hükümetini yıpratır umuduyla, direnişe dört elle sarıldı.
Sosyalist soldan İslamcı sosyalistlere uzanan yelpazede akıl, mantık, ekonomi bilgisi ve hukuk mevzuatından habersizlik yansıtan yorumlar çıktı. Birkaç sağduyulu yazarın ufuk açıcı analizleri, ahlâk, vicdan, insaf, hak gibi kavramların bol bol kullanıldığı mugalata yazıları arasında kayboldu gitti. Çıplak dünya, insanların varlığını sürdürmesine ve refah seviyesini yükseltmesine elverişli olmaktan uzak. Bu yüzden, dünyanın ham kaynaklarının keşfedilmesi, işlenmesi ve dönüştürülmesi lazım. Buna kısaca üretme veya servet yaratma faaliyeti diyebiliriz. Servet yaratma, temel üretim faktörleri olan sermaye, teşebbüs ve işgücünün işbirliğini gerektirir. Bunlardan birinin eksik olması halinde servet yaratma halkasının tamamlanması imkânsızdır. Bu faktörlerin her birinin üretim sürecine katılması, servetten bir pay almasına, bu payın ne olacağı ise genel olarak arz-talep kanununa bağlı. Faktörün fiyatının, arzın çok talebin az olduğu yerde düşmesi, arzın az talebin çok olduğu yerdeyse yükselmesi kaçınılmaz. Bu, Hayekyen terminolojiyle, insan davranışlarının ürünü olan ama insanlar tarafından tasarımlanarak yaratılmayan bir olgu. Dışarıdan yapılacak (devlet) müdahaleleriyle değiştirilemez ve harici müdahalelere kriz olarak cevap verir.
Esas Talep İş Garantisi
Emek sahipleri sermaye-teşebbüs-işgücü işbirliğinin yarattığı servetten emeklerinin karşılığı olarak bir pay alır. Buna maaş veya ücret denir. Bu payın ne olacağı genel olarak emek arz-talebine, özel olarak ise emeğin vasıflılık derecesine ve emekçinin performansına bağlıdır. Hiç vasfı olmayan bir emeğin vasıflı emeğe nispetle daha düşük gelir elde etmesi beklenir. Maaşla çalışmak bazılarına hüzün verici gelebilir ama, insanların toprak ve maddi sermayeden bağımsız olarak emek gücünü kiralamak suretiyle hayatını sürdürebileceği bir vasatın doğması nispeten yeni bir olgudur ve piyasa ekonomisinin insanlığa bir hediyesidir. Bir “özel” firma piyasanın genel şartları içinde ve kendi imkân ve ihtiyaçlarını göz önünde tutarak emek istihdam eder. Çalışana genel olarak son emek biriminin işletmeye marjinal katkısı civarında ücret ödendiği gözlenir. Hemen her firmanın, bunu değerlendirebilecek nesnel, öznel ölçütleri ve tecrübe birikimi vardır. Firma her kaynak gibi işgücünü de en ekonomik şekilde kullanmak ister. Bir kişinin yaptığı işi on kişiye yaptırmaz. Bunu gerçekleştiremezse zarar etmesi ve sonunda batması kesindir. Çalışanlar da firmanın ayakta kalmasının ve onların maaşını ödeyebilir olmasının kendilerinden beklenen performansı yerine getirmelerine bağlı olduğunu zamanla öğrenir ve ona göre davranır. Ancak, bir işçinin bir işe ve mesleğe girmesi başka iş ve mesleklerden vazgeçmesi anlamına geleceği için (alternatif maliyet), çalışanların bunun karşılığında bir ilave kazanç elde etmeleri beklenir. Kıdem tazminatının altında yatan mantık budur. Bir firma bir çalışanıyla yollarını ayırmak istediğinde ona birikmiş kıdem tazminatını ve ihbar tazminatını öder. Fakat, bu da firmanın ayakta kalmasına bağlıdır. Batan bir firmadan kimse bir şey alamaz, bekleyemez.
Kolektivist siyasi edebiyatın hak kavramını istismar etmesi klasik insan hakları kavramını işçilerin işyerleriyle yaptıkları sözleşmelerden doğan “hakları” da kapsayacak şekilde anlam değişikliğine uğrattı. Bu yüzden, “işçilerin hakları” deyince sanki klasik haklar kadar köklü ve ahlâki haklardan bahsediliyormuş gibi bir hava oluşmakta. Oysa, her insan gibi işçilerin hakları da hayat, hürriyet, mülkiyet doğal haklarından ve sivil hak ve hürriyetlerden ibarettir. İş sözleşmeleriyle taahhüt edilenler “hak” (right) değil, hak ediştir (entitlement). Nasıl ki işveren işçinin emeğini randımanlı şekilde kullanmasını isteme hakkına sahipse, işçinin de işverenden ona vaat ettiği ödemeyi yapmasını isteme hakkı vardır. Ancak, bu alışveriş klasik insan hakları kavramıyla ilişkilendirilemez.
Özel sektörde hiç kimseye iş garantisi verilemez. Bunun olabilmesi için firmalara da ürünlerinin satın alınması garantisini vermek gerekir. Bu yüzden özel sektör, çalışanlarla kısa süreli (1 yıl, 3 yıl vs.) sözleşme yapar. Firma batarsa herkes her şeyi kaybeder. Batmaz ama faktörlerden bir kısmı (sermayedarlardan biri, bir işçi) ayrılmak isterse onlara payları veya hak edişleri verilerek yollar ayrılır. Gel gelelim, “kamu sektörü” söz konusu olunca işler tamamen değişir. İktisadi rasyonalite ortadan kalkar. Çalışanların performansı ölçülemez. Maaşların marjinal katkıyla ilgisi kalmaz. Kamu çalışanı ömür boyu iş garantisi ister. Alacağı ücretle çalıştığı yerin bütçesi arasında bir bağ kurmaz. Kendini “hazine”nin ortağı (devlet kasasına bir anahtar uyduran kişi) olarak görür. Bu algılayış oy toplamak zorunda olan politikacılar (demokrasinin cilvesi) ve demagog gazeteciler tarafından meşrulaştırılır ve kışkırtılır. Kamu firmalarında çalışanların asıl firması devlettir ve bu firmanın hiç batmayacağına ve herkese her istediğini verebileceğine inanılır. Bu inançta bir haklılık payı vardır. Zira, başı sıkışan özel firmadan farklı olarak, devlet ilave finansman imkanlarına sahiptir. Para basarak, yeni vergiler salarak, mevcut vergi oranlarını yükselterek, çok uzun vadeli borçlanarak finansman yaratabilir ve bunu istediği gibi kullanabilir. Bu yüzden kamu en büyük işveren haline gelmiştir ve istihdam ettiği emeğe tamamen gayri iktisadî bir ücret tarifesi uygulamaktadır. İnsanlar iş garantisi var diye devlet (kamu) çalışanı olmak istemektedir. Tekel işçilerinin temel talebi de, Tek-Gıda-İş Başkanı Mustafa Türkel’in belirttiği gibi, iş garantisidir. Sendikalar ücreti “önemsemediklerini” söylese de kamuda vasıfsız ve düşük vasıflı emeğin ortalama ücreti özel sektördekinden çok daha yüksektir.
Tekel İşçileri Gerçek Problemi Görünür Kıldı
Bu ortam içinde Tekel işçilerinin ölümüne eylem yapması; özelleştirilen işyerlerinde, 20 bin lira transfer ücreti, %25 maaş artışı ve 3 yıl iş garantisi vaadine rağmen çalışmayı reddetmesi; bir tek Tekel işçisinin bile meslek edindirme kurslarına ve eğitim imkânı tekliflerine itibar etmemesi gayet normaldir. Rasyonel bir iktisadî davranıştır. Ama ne yazık ki bu rasyonel çıkar arayışı gayri iktisadî, tamamıyla politik bir zeminde cereyan etmekte ve ekonomik akışı çarpıtmaktadır. Bundan dolayı, münhasıran Tekel işçilerinin suçlanması haksız ve yanlıştır. Aynı davranış biçimi açık ve gizli olarak pek çok yerde tekrarlanmaktadır.
Tekel işçilerinin eylemi bu kronik sorunun güncelleşmesini ve görünür hale gelmesini sağlamıştır. Sorunu, bozuk istihdam düzeni üretmekte ve bu düzeni kamu ayakta tutmaktadır. Kamu en büyük istihdam edici olmaktan çıkartılmadıkça buna benzer pek çok problem yaşanacaktır. Tekel işçilerini hedef haline getirmek yerine düzenin çarpıklıklarına dikkat çekmek ve bu çarpıklıkları gidermeye çalışmak çok daha yerindedir.
Zaman, 19.02.2010