Milli Eğitim Bakanlığı, geçtiğimiz günlerde farklı alanlardaki uzmanların çalışmaları sonucunda oluşturulan müfredat taslaklarını, uygulamaya koymadan önce paydaşlarının ve kamuoyunun görüş, öneri ve katkılarına açtı. MEB tarafından “askı süreci” olarak tanımlanan bu süreçte kamuoyundan gelen eleştiriler ve katkılar ışığında müfredatın son hali belirlenecek. Üzerinde uzlaşılan müfredat Eylül ayından itibaren 1., 5. ve 9. sınıflarda direkt, diğer sınıflarda kademeli şekilde uygulamaya sokulacak. Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz’ın açıklamalarına göre, yeni müfredatla birlikte derslerin içeriği hafifletilecek, sadeleştirilecek ve ders sayılarında azalma olacak.
Milli Eğitim Bakanlığı’nın, müfredatı internet üzerinden tartışmaya açmasını, gelen öneriler ve uzman kadroların çalışmaları sonucunda bir taslak müfredatın oluşturulmasını, bu müfredatın yine internet üzerinden paydaşların, öğrencilerin ve velilerin katkılarına sunulmasını son derece önemsiyorum. Milli Eğitim Bakanlığı açısından bunu tarihî bir adım ve tarihî bir değişim sinyali olarak görüyorum. Müfredat işinin sadece bürokratlara bırakılmamasını takdir ediyorum. Askı sürecinde bulunan müfredat taslağı ile ilgili tartışmalara bu yazıda girmeyeceğim fakat müfredat taslaklarını okumuş, incelemiş biri olarak şunu söylemem gerekiyor ki medyada oluşturulmaya çalışılan olumsuz algıya ve kara propagandaya rağmen müfredatta yapılması öngörülen değişikliklerin birçoğu takdiri hak ediyor.
Fakat… Daha önce de yazdım[1], problemin teşhisinde hata yaptığımız için çözümü yanlış yerde ve yanlış şekilde arıyoruz. İlk önce eğitim sistemindeki hastalık doğru teşhis edilmeli ki, reçetede yazacak olan ilaçların faydası görülebilsin. Türkiye’deki eğitim sisteminin en temel sorunu, en hayatî problemi 1924 yılında kabul edilen Tevhid-i Tedrisat kanundan günümüze kadar gelen tek tip müfredat uygulamasıdır. 2017 yılında olmamıza rağmen Türkiye’de 783 bin kilometre karelik alanda, 20 milyona yakın öğrenciye aynı (tek tip müfredat) ile eğitim verilmeye çalışılıyor. Öğretmenler, Milli Eğitim Bakanlığı’ndan onlara gönderilen müfredatlardaki konuları, yıllık programda yazan tarihler içinde -öğrencinin konuyu anlayıp anlamamasına, pekiştirip pekiştirmemesine bakmaksızın- bitirmek zorundalar. Öğrencilerin kapasitesi ve seviyesi bu durumda gözden kaçırılıyor.
Türkiye’de insanlar şu andaki müfredatın ve eğitim sisteminin sorunları olduğunu kabul ediyorlar. Fakat ütopik bir şekilde, Dünya üzerinde muhteşem bir eğitim sistemi ve kusursuz bir müfredatın varlığına inanıyorlar. Bizim henüz onu bulup ülkemize getirip uygulayamadığımızdan dem vuruyorlar. Bunu da yapabilecek tek kurum olarak, elbette ki, eğitimde tek söz sahibi olan kadiri mutlak devleti görüyorlar. Oysaki somut durum böyle değil. Dünya üzerinde kusursuz bir müfredat ya da muhteşem bir eğitim sistemi yok. Tam da Ahmet Sağırlı’nın geçenlerde Türkiye Gazetesi’nde kaleme aldığı bir yazıda dediği gibi[2], bu işler bir klasörlük müfredatla olsaydı dünya üzerindeki yüzlerce ülke sıkıntı çekmez, başkalarının müfredatını alır tercüme eder uygular ve çocuklarına okuturdu.
Müfredat değişiklikleri ile ilgili medyaya yansıyan eleştirilerin çoğu, iktidar partisinin eğitim-öğretim müfredatını kendi siyasî ve ideolojik konumuna göre dizayn etmesi ile ilgili.[3] Üzgünüm ama bu eleştirileri yapan Kemalist kanadın bu konuda hükümete kızmaya hakkının olduğunu pek düşünmüyorum. Zira 90 yıldır uygulamada olan müfredat da aynı şekilde bir siyasî ve ideolojik duruşun sonucuydu. Eğitimi hükümetlerin eline verip, bu konuda tek söz sahibi olarak devleti seçen toplumlarda eğitimin bir ideolojik aygıt olarak kullanılması gayet doğal. Durumun doğal olması ise doğru olduğu anlamına gelmiyor elbette. Liberallerin, devletin eğitime aktif müdahalesinden endişe duymalarının temelinde de bu yatıyor. İktidar partisi, eğitim sistemini /müfredatı kendi ideoloji ve siyasî duruşuna göre değiştirmeye çalışmak yerine müfredatlar üzerindeki devlet hâkimiyetini kaldırsa çok daha doğru bir hamle yapmış olur. Çünkü 21. yüzyılda artık toplum mühendisliğine soyunmanın çok bir anlamı yok.
Çözüm müfredatı iyileştirmek, eksikliklerini tespit edip düzeltmeye çalışmak değil. Bunun çözüm olmadığını yaşayarak tecrübe edeceğiz, çünkü yaşanmış tecrübelerden faydalanmamak gibi garip bir yapımız var. Peki çözüm ne? Çözüm basit. Yazılarımda da sık sık kullandığım, altını doldurmaya çalıştığım, artık bir slogan haline gelen “Eğitimde başarının yolu çoğullaşmadan geçer” fikri çözüm.
Bütün öğrencilere, okullara ve öğretmenlere tek tip müfredat dayatılması yerine okullara kendi müfredatlarını ve ders programlarını belirleme imkânı verilse, çocuk üzerinde karar alma konusunda birinci dereceden hak sahibi olan aileler de çocuklarını; ilgi ve yetenekleri doğrultusunda bu okullardan herhangi birine gönderebilse işte o zaman eğitimin ne olduğunu anlayabiliriz. Fakat sistem bu haliyle devam ettiği sürece, ufuk çizgisi pek parlak gözükmüyor.
[1] http://www.sakaryayenihaber.com/m-egitimde-basarinin-yolu-cogullasmadan-gecer-9603.html
[2] http://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/ahmet-sagirli/595086.aspx
[3] http://www.birgun.net/haber-detay/milli-egitim-de-yeni-mufredat-tartismalari-144063.html