Siyaset bilimi ve siyaset biliminin alt kolları ( siyaset teorisi, siyaset felsefesi, etik, siyaset sosyolojisi, siyaset psikolojisi siyasal antropoloji, politik ekonomi ve uluslararası ilişkiler) çeşitli yönleriyle devlet olgusuyla ve onun sonuçlarıyla meşgul olur. Bu çerçevede önemli bir konu devletin nasıl varlık alanına girdiğidir. Bugünkü anlamıyla ve hâliyle devlet modern bir fenomen olmakla beraber bir kamu otoritesinin, başka bir deyişle rüşeym halinde devletin kökleri çok eskilere gidiyor.
Devletin nasıl doğduğuna ilişkin çeşitli teoriler geliştirildi. Her teorinin güçlü ve zayıf yanları var. Teorilerin hiç biri ihmâl edilebilecek kadar önemsiz değil ama hiç bir teori devletin doğuşunu ve doğasını tam manasıyla açıklamaya muktedir de değil.
Çok beğenilen ve benimsenen teorilerden biri sözleşme teorisi. Sanırım anayasal yönetim geleneğinin gelişmesi ve hemen her ülkenin çok önem ve değer verilen bir anayasaya sahip olması bir taraftan bu fikrin eseri diğer taraftan bu fikri besliyor, destekliyor. Ben de bir zamanlar sözleşme teorisini hayli beğenmekteydim. Ancak, son yıllarda, bu teoriden gittikçe daha fazla uzaklaşıyorum. Bu teori hem bir rasyonalist fiksiyon olması hem de yapımı ve niçin, nasıl geleceği bağlaması gerektiği bakımından çeşitli handikaplara sahip. Nitekim son zamanlarda artmakta olan antropolojiye ve arkeolojiye dayanan siyaset çalışmaları bu teorinin altını gün geçtikçe daha fazla oyuyor. Antropolojiden, arkeolojiden yararlanan bilim insanları yaygın görüşleri sarsan önemli çalışmalara imza atıyor.
Bu yazarlardan biri James Scott. Scott Türkçeye de çevrilmiş olan Devlet Gibi Görmek (https://www.kitapyurdu.com/kitap/devlet-gibi-gormek/112826.html) adlı kitabıyla çok önemli bir iş yaparak sivil toplum ve sivil inisiyatif yerine devleti merkeze koyan ekonomik kalkınma ve gelişme arayışına –daha doğrusu inancına- ağır darbeler indirmişti. Diğer kitapları da alanlarında büyük dalgalanmalara yol açtı. Son kitabı Against the Grain: A Deep History of The Earliest States ( Tahıla Karşı: İlk Devletlerin Derin Tarihi, Koç Yayınları, 2019) adlı çalışmasında devletin doğmasında en mühim faktör olarak tarımsal üretimi ve onun gereği-sonucu olarak yerleşik hayata geçilmesini öne çıkartıyor.
Her ne kadar tarımsal üretim diyorsak da Scott daha ziyade tahıl üzerinde odaklanıyor. Ona göre genel olarak tarımsal üretim fakat özellikle buğday üretimi devletin doğmasında belirleyici rol oynadı. Bunun ana sebebi tahılın devlet için görülebilir olmasıydı. Yani tahıl yer üstünde üretilmekteydi ve gözden saklanması zordu. Homojendi ve bölünebilirdi. Hasatının alınması kolaydı. Büyümesi takip edilebilir mevsimlere bağlıydı. Depolanması, nakledilmesi kolaydı. Bu özelliği –yani görülebilir olması- onun kolayca vergilendirilmesini mümkün kıldı.
Scott’a göre tarımsal üretim insan hayatına iyilikler de getirdi kötülükler de. Verimliliği artırdı ve nüfusun yavaş yavaş artması sürecini başlattı. Ama aynı zamanda insanların fiziksel olarak büyümesini engelledi ve hareketsizliği artırdı. Nüfusun artması ve şehirlerin ortaya çıkıp büyümesi organize kamu otoritesini –ki ilerde buna devlet denecekti- çekici hâle getirdi.
Görünürlük devletlerin vergileme gücünün artışını sağlayan ana faktördü. Tahılın kolay vergilendirilmesine karşılık meselâ tüccarların ve ticarî malların vergilendirilmesi zordu. Ticaret erbabından vergi toplamak devletler için –sanırım erken zamanlarda- adeta bir kâbustu. Bu yüzden devletler tebalarını tahıl üretimi yapmaya ve hayvan beslemeye teşvik etti, hatta zorladı. Devletler zaman içinde tebalarını soymak, sömürmek için yollar, teknikler geliştirdi. Şehirleri saran uzun ve yüksek duvarlar –meselâ Büyük Çin seddi- “barbarlar”dan korunmak kadar tebayı içerde tutmak için de tasarlandı ve kullanıldı. Tarımsal üretim, ilk günah peşinde koşan terminolojiyi kullanmak gerekirse, insanların ilk günahıydı…
Scott’un bu eseri devletin doğuşu, doğası ve özellikleri hususunda gerçekten ufuk açıcı ve zorlayıcı.