Bundan birkaç sene evvel, teorisyenliğini yapıp koordinatörlüğünü yürüttüğüm ve Türkiye ile çevresindeki çeşitli gruplar arasında yumuşak güç teması kurma arzusu güttüğümüz bir proje vasıtasıyla emekli bir büyükelçi ile kısa bir sohbetimiz olmuştu. Bu sohbet sırasında Elazığlı olduğumu öğrenen büyükelçi beyefendi; “Kerkük, Harput, Urfa ve Bakü arasında ilginç bir bağ vardır; profesyonel müzisyen olmayan biri bu şehirlerin türkülerini ayırt edemez” demişti. Bu konu üzerine çalışmalar yapıldığını ve zaman zaman Harput-Kerkük müzik günlerinin düzenlendiğini biliyordum ama bu bağın nedenine dair bir çalışmaya hiç rast gelmemiştim.
Lisans öğrenimim sırasında Kerkük ile ilgili pek çok faaliyette bulundum. Sadece Kerkük’ün bir iç çatışmaya kurban gidip Halep gibi olması veya Erbil gibi demografik yapısının değiştirilip kültürel yapısının aşındırılması endişesi değildi beni korkutan; oradaki insanların acısını da hissetmeye çalıştım. “Babamı kötü adamlar öldürdü” diyen Telafer’den gelen sığınmacı çocuklar, sosyal etkinlik atölyesi projemiz sırasında ailem bildiğim çocuklar olmuştu. O çocukların acıları Kerkük’te daha geniş çaplı acılara dair korkularımı körüklemişti. Burada konuyla ilgisi olmasa da o çocukların durumuna ilişkin de birkaç satır eklemek istiyorum. Çünkü maalesef, körü körüne sığınmacılara düşmanlık eden kişileri gördükçe, kötü niyetli değillerse eğer, bu satırlardan etkilenebileceklerini umuyorum:
Bizim atölyemizdeki çocuklar DEAŞ’tan kaçan Telaferli çocuklardı. Telafer’den gelen bu çocuklar aslında Suriyelilere göre nispeten şanslıydılar çünkü onlara 9 ile başlayan T.C kimlik numaraları verilmişti. (O dönemdeki sığınmacı sayısının az olması bunda etkili olabilir.) Sağlık ve eğitim hizmetlerinden Türk vatandaşları gibi faydalanabiliyorlardı. Görünüşte bu böyleydi. Görünüşte diyorum çünkü 5. sınıfa giden bir öğrenci okuma yazma bilmiyorsa eğer eğitim hakkının ne derece doğru işlediğine ilişkin orada bir sorgulama yapılmalıdır. Maalesef, ilgilendiğimiz 40 kadar çocuktan okuma yazma bilen sayısı çok çok azdı ve bu çocuklar 9-12 yaş aralığındaydılar. Öte yandan çoğu yetim ve öksüz olan çocuklar ekonomik zorluklar içerisinde büyüyorlardı. Yine de inanın bana onlara maddi destek verilmesinden daha çok ihtiyaç duydukları şeye ben bizzat şahit oldum: Bu çocuklar oyun oynamak, yaşadıklarını unutmak, diğer çocuklar gibi hayal kurabilmek ve geleceğe umutla bakabilmek istiyorlardı. “Öğretmenim burada dışarıya bile çıkamıyoruz oysa Telafer’de hep oyun oynardık” sözlerini asla unutabileceğimi sanmıyorum.
Bu konuyu belki ayrı bir yazıda daha detaylıca kaleme alacağım, ancak o günlerde Telafer’in, Erbil’in çektiği sıkıntıları nispeten dinlemiş ve anlamaya çalışmış birisiydim. Bu yüzden Irak’ta ABD işgalinin ardından hazırlanan Irak Anayasası’na göre özel bir statüde bulunan Kerkük’te de aynı sıkıntı ve acıların yaşanmaması benim için oldukça önemli olmuştur. Birkaç yıl evvel şehirde silahlanan Kürt gruplar ve Araplar ile silahsız olan ve siyasi mücadele ile haklarını korumaya çalışan Türkmenler bizim için önemli olmalıdır. Kerkük’ün, huzuru, barış içinde yaşaması aslında hepimiz için önemli olmalıdır. Sadece bir grup açısından da değil; Kerkük’te bütün masum insanların, çocukların, tarihî dokunun, kültürel zenginliğin bir iç çatışmaya maruz kalma ihtimali hepimize endişe vermelidir ve bu mesele hepimiz için önemli olmalıdır.
Yazıyı çok fazla uzatmadan ve dağıtmadan sizlere bu yazıyı kaleme almamdaki asıl fikre yönelmek istiyorum. Geçen ay, Elazığ’da depremin etkisiyle yıkılan Seko Mahallesine (Mustafa Paşa Mahallesi) ziyarette bulunduğum sırada, önce büyükelçi beyefendinin üstte yazdığım sözleri geldi aklıma, Harput-Kerkük-Urfa-Bakü ilişkisini düşündüm. Sonra ise lisede TÜBİTAK için hazırladığım ve yerel tarihin önemine dair yaptığım çalışma sırasında Seko Mahallesine ilişkin okuduğum bir kitapta geçen Harput’tan Bağdat’a giden bir ticaret yolunun varlığından bahsedildiği geldi aklıma (Bağdat yolu). Elime geçen bütün notlarımı karıştırmama rağmen kitaba dair notlarımı bulamadım. Kitap mavi bir kitaptı ve Ermeni bir yazarın yazdığı ince bir romandı. Sonrasında bu yola ilişkin çalışmalara baktığımda, Bağdat’tan gelen ticaret yolunun Harput’tan geçtiğini, kervanların dinlenme güzergâhlarının Harput olduğunu gördüm. Şunu rahatlıkla ifade edebilirim ki geçmişte bu şehirler arasında ciddi bir ticari etkileşim yaşanmıştır. Muhtemelen, bu etkileşimin sonucunda da bu denli ciddi bir kültürel etkileşim yaşanmıştır. (Bu şehirlerin ticarî açıdan değeri noktasında Bağdat-Anadolu demiryolu projesi de incelenebilir.)
Bu tarihî arka planın aslında günümüzde kültürel bir bağ ile sürdürüldüğü açıktır. Ancak bu tarihî mirasın, sadece kültürel boyutta kalmaması da önemlidir. Bunun içinse ihtiyacımız olan pek çok motivasyon bizlere miras kalmıştır. Az evvel bahsettiğim endişelerin giderilmesi adına aslında yapılacak en önemli iş, kazan-kazan mantığı çerçevesinde bölgenin kalkınmasıdır. Örneğin bu kentler arasında imzalanacak bir protokolle işbirliğinin artırılmasının neticesi olarak belki modern bir biçimde bu kentlerin doğrudan demiryolu ile bağlantısı tekrar gündeme gelebilir. Bölgenin kalkınması adına oldukça önemli bir adım olacak bu projenin neticeleri, Türkiye’nin bölgedeki etkinliğinin artmasına ve bölgedeki terör sorununun çözümüne ciddi katkı şeklinde olabilir. Şimdi, bu şehirlerin yetkilileri bir araya gelip, yeniden ticarî olarak ve kalkınmada işbirliği projeleri yapıp kültürel etkileşimin ötesinde adımlar atamazlar mı? Atabilirler. Bu dört kent de kendi dinamiklerine sahip, üreten ve belli bir birikimi haiz kentlerdir. Bundan sonrası kalkınma ajanslarının müteşebbislerle birlikte “ortak neler yapılabilir” sorusunu sorup bu tarihî mirası yeniden inşaa etmelerine ve kültürel olarak var olan ortak etkileşimi boyutlandırıp ileri düzeylere taşımalarına bağlıdır.
Haldun BARIŞ
Stj. Avukat
barishaldun@gmail.com