İnsan sosyal bir varlık. Bunun anlamı şu: İnsan tek başına yaşayamaz, hayatta kalabilmek, yani maddî ve manevî ihtiyaçlarını karşılayabilmek için hem cinsleriyle birlikte bulunmak zorunda. Yani insanın doğal yaşama ortamı, çapı ve kimi özellikleri yere ve zamana bağlı olarak değişse de, topluluk – toplum. Bunun elbette bazı sonuçları var. Bunların önemlisi toplumsal düzen. Her toplumun bir toplumsal düzeni mevcut ve ahlâk, hukuk, töreler, gelenekler gibi beşerî kurumlar toplumsal düzenin parçaları, ürünleri ve unsurları.
Toplumsal düzen birçok sosyal disipline konu teşkil etmekte. Sosyoloji, hukuk, sosyal psikoloji toplumsal düzenleri kendi açılarından incelemekte. Tarih, antropoloji, etnografya, arkeoloji eski toplumların sosyal düzenleriyle ilgili malzeme temin etmekte. Temel disiplinlerden ekonomi toplumsal düzenlerin tarihsel ve güncel ekonomik yüzlerini, siyaset disiplinleri ise yöneten – yönetilen ayrışmasını ve siyasal yönetimlerin özelliklerini konu almakta.
Toplumsal düzenleri çok genel olarak, Hayek çizgisini takip etmek suretiyle, kurulan- planlanan-yaratılan düzenler (KD) ve kendiliğinden oluşan düzen (KOD) olarak ikiye ayırabiliriz. Otantik liberaller KOD’u insanî ve dünyevî realitenin bir sonucu ve yansıması olarak görür. Bu yaklaşımın olağan sonucu devlet erkinin görevlerinin ve müdahil olacağı toplumsal alanların sınırlanmasıdır. Sınırlı (küçük- minimal) devlet görüşü buradan çıkar. Bu bakış devleti bir taraftan gerekli ve yararlı bulur bir taraftan da sivil toplum aleyhine irileşecek bir devletin gereksiz ve zararlı olduğunu öne sürer. KOD’u besleyen kültürün yaygın ve derin olduğu yerlerde devlete karşılıksız bir aşk beslenmez. Devlet amaç değil araç olarak görülür. KD ise liberalizm dışındaki her düşünce akımı tarafından az veya çok benimsenir. Bu akımların bazıları devlete elbette sivil toplumun aleyhine olacak şekilde geniş alanlar açar. Liberal fikirlerden etkilenmemiş muhafazakârlık ve sosyal demokrasi bunlar arasındadır.
Bunlara devletçi akımlar adı verilebilir. Diğer bazıları ise devlet ile toplumu çakıştırmayı, yani devletten bağımsız sivil toplumu tamamen tasfiye etmeyi ve her kişiyi, grubu ve tüm toplumu her yönüyle ve mutlak anlamda devlete bağlamayı hedefler. Sosyalizm, nasyonal sosyalizm, faşizm ve çeşitli versiyonlarıyla dinizm bu özelliktedir.
Geniş anlamda faşizm ve sosyalizm topluma aynı totaliter bakışı paylaşmasına ve benzerlikleri farklılıklarından daha fazla olan toplumsal düzenler yaratmasına rağmen, sosyalizm, faşizmin tersine, maalesef, hâlâ yüceltilebilmekte ve savunulabilmekte. Oysa, tarihin bir anlamı varsa, bugün, orak-çekicin, insanların kafasında, gamalı haç hangi çağrışımı yapıyorsa o çağrışımı yapması gerekirdi. Ne yazık ki, utanç verici şekilde, sosyalist ideoloji canlı ve sosyalist etiketi azımsanmayacak kadar çok aydın ve ortalama insan tarafından bir övünç etiketi olarak kullanılmakta.
Sosyalizmin kirli ve katliamlarla dolu tarihine rağmen bu insanlara cazip gelmesinin belki de en önemli sebebi sosyalizmin nasıl bir toplumsal düzen öngördüğünün yeterince ayrıntılı ve net biçimde ifade edilmemiş ve edilmiyor olması. Bir sosyalistle konuşsanız, ondan duyacağınız şeyler, hemen hemen tamamıyla, eleştirilerden ve müphem, nasıl gerçekleştirileceği belirsiz vaatler ve ideallerden ibaret olacaktır. Sosyalizmin pratiğine yönelik her türlü eleştiriyi çöpe atmaya yarayacak reel sosyalizm – ideal sosyalizm ayrımı zaten heybededir. Sosyalistlere, meselâ, dehşetli devlet eleştirilerine rağmen teorilerinin daha korkunç felaketler yaratıcı bir devleti kaçınılmaz kılacağını anlatmak, gerçekten, deveye hendek atlatmaktan daha zor. Oysa sosyalizm devlete tapan teorilerin en gelişkini ve devlete tapan diğer teoriler birçok felaket yaratırken onun felaketlerden masun olması eşyanın tabiatına aykırı.
İktisat profesörü Daniel Klein insanların devletle kara sevdaya düşmesinin sebeplerini araştırdığı hoş bir yazısında (https://papers.ssrn.com/sol3/papers.cfm?abstract_id=502623) meseleyi sosyalizm açısından da değerlendiriyor. Klein’e göre devlet aşkı komünizmin kalbinde yatmaktadır. Marx, Capital’de (Kapital) şöyle der: “Genel bir kural olarak, emekçiler, biraraya getirilmeden iş birliği yapamazlar: Onların bir yerde toplanması iş birlikleri için bir gerekli şarttır. Bu yüzden ücretli emekçiler aynı sermaye, aynı kapitalist tarafından aynı anda istihdam edilmedikçe ve bu yüzden onların emek – güçleri aynı anda kapitalist tarafından satın alınmadıkça iş birliği yapamazlar.” Marx kapitalist müteşebbisi emekçileri fabrikasında bir “önceden düşünülmüş plan”a göre organize ettiği ve işçilerin “birliğini tek bir üretken yapıya (vücutta) dönüşecek şekilde koordine ettiği” için takdir eder.
Marx’ın müteşebbisin üretim faktörleri arasında olan emeği üretken biçimde koordine (yani istihdam) etmesini takdiri, doğru bir tespit ve hak edilmiş bir takdir. Ancak, bu Marx, doğru bir tespiti yanlış bir okuyuş veya iddia ile tahrip etmemesi zor. Nitekim, Marx’a göre, hepsi de “artık değer” kazanmak için “mal üretimi”ne girişmiş olan kapitalistler arasındaki rekabet bir tek fabrikada kazanılmış olan yaygın emek koordinasyonunu despotik ve sömürücü hâle getirir.
Marx’ın ekonomik sistem analizleri, hele bugün için, anlamsız ve yararsız. Zaten iktisatçı olarak Marx dikkate almaya değmeyecek görüşlere sahip biri. Bu yüzden, görüşlerini iktisat ile ilgili olmayan argümanlarla takviye etmeye çalışması insanı şaşırtmıyor. Nitekim, Marx’ın yabancılaşmayla ilgili görüşleri Marksistler arasında hayli yaygın ve etkili. Marx’a göre toplumdaki iş bölümü insan benliğinde bir bölünmeye yol açar. Buna yabancılaşma denir. Marx’a göre, “yekûn üretimin birleşmesi (cohesion) kendisini, üretim failleri üzerine, onların ortak aklı tarafından anlaşılan ve dolayısıyla kontrol edilen, üretim sürecini onların birleşik kontrolü altına getiren bir kanun olarak empoze eder.” Bilinçli kontrol işin bütünlüğü için esastır: “Bu alanda özgürlük, yalnızca tabiat ile karşılıklı etkileşimlerini rasyonel olarak düzenleyen, tabiatın kör güçleri olarak onun tarafından yönetilmek yerine onu ortak kontrolleri altına alan sosyalleşmiş insanda, birleşmiş üreticilerde ortaya çıkabilir.”
Kuşku yok ki Marx burada açık bir çelişkiye düşmekte. Bir koordinasyon türünü mahkûm ederken başka bir koordinasyon türünü yücelterek talep etmekte. Koordinatör olarak müteşebbisi – patronu küçümsemekte fakat yaygın makro koordinasyonu yüceltmekte.
Marx’a göre komünizm toplumun varlığını ve ekonomiyi birbirine entegre etiği zaman ekonomi dev bir fabrika gibi olacak ve bu fabrikada bütün taraflar işbirliği içinde çalışacak. Emekçi, kendisinin de ait olduğu tüm toplumdan başka patron olmayacağı için, tâbi olmanın (itaat etmenin ) aşağılayıcılığından kurtulacak. “Sadece insan kendi güçlerini sosyal güç olarak, sosyal güç artık ondan politik güç olarak ayrı olmayacak şekilde tanıdığı ve organize ettiği zaman, yalnızca o vakit insanın kurtuluşu tamamdır.” Burada da Rousseaucu genel iradeyle bütünleşme nosyonunun üretim faaliyeti üzerinden yenilenmesini ve güncellenmesini görmekteyiz.
Marx kapitalizmi var kıldığına inandığı otoriteye karşı çıkar, ama bu genel ve ilkeli bir otorite karşıtlığı değildir. Ona göre, “birçok bireyin mecburen işbirliği yaptığı tüm emek, tam da bir orkestra şefininki gibi süreci koordine edecek ve birleştirecek bir komuta edici irade gerektirir.” Robert Tucker başarılı kitabı Philosophy and Myth in Karl Marx’ ta (Karl Marx’ta Felsefe ve Mit) Marx’ın ütopyacı vizyonunu şöyle ifade eder: “Emeğin iş bölümü altında köleliğe dayalı fabrika düzeninin eski otoriteryenizminin yeri bir senfoni orkestrasında hâkim olan disiplin gibi bir özgür bilinçli disiplin tarafından alınacaktır… (E)meğin sosyal (iş) bölümünün ilgası… Genel olarak insanlık içinde âhenk ve birliğin ortaya çıkmasına, ‘tam bireylerin’ bir geniş birliğinden oluşan birleşmiş bir toplumun doğmasına delalet eder.” Marx bütün ekonomide ekonomiye katılanların tümünün ekonomik faaliyetinin yaygın koordinasyonunu karşılıklı koordinasyon olarak anlar.
Marx sosyal tabakalaşmaya ve hükmedişe karşı olduğunu beyan ediyor. Ancak, bu böyleyse, cevapsız kalan bir soru var: Kendi politik projelerinde gömülü olan sosyal tabakalaşmaya ve tahakküme karşı niçin böylesine kör? İşte bu noktada, Daniel Klein’in altını çizdiği gibi, Marx’ın görüşlerindeki devletçi romantizm açığa çıkıyor. Marx’ın anlayışına göre bir kapitalist patron için çalışmak çalışanın işini büyük topluma yabancılaştırmayan bir katılım olarak görmesine izin ve imkân vermezken, komünist bir (tek) patron için çalışmak bunu yapar. Niçin? Bu sorunun cevabı ne Marx’ta ne de takipçilerinde var. Devlete tapıcılık işte burada iyice açığa çıkıyor. İşverenlerin yanında serbest idarelerine dayanarak çalışanlar yabancılaşmaktan ve çalışmayı tahakküm altında kalmak olarak algılamaktan kurtulamıyor ama tek patrona çalışınca bunu yapabiliyor.
Marx’ın sınırlı ve üstü örtülü biçimde ifade ettiği devletçi toplumsal düzenin izleri Marx’ın takipçisi bazı isimlerin yazılarında daha açık bir şekilde ortaya çıkıyor. Rus N. Bukharin ve E. Preobrazhensky The ABC of Communism (Komünizmin ABC’si ) adlı (1992) kitaplarında, Klein’in işaret ettiği gibi, devlete tapıcılıkla rasyonalize edilen bir hırsızlık ve zulüm ajandası ortaya koyuyorlar:
“Toplum işbirlikçi üretim için dev bir iş organizasyonuna dönüştürülecek. O zaman ne üretimin bölünmesi ne de üretim anarşisi olacak. Böyle bir sosyal düzende üretim organize edilecek. Artık bir işletme bir başka işletme ile rekabet etmeyecek; fabrikalar, iş atölyeleri, madenler ve diğer üretim kurumları, tüm ulusal üretim ekonomisini kucaklayacak bir dev halk atölyesinin alt bölümleri olacak… Meselenin özü organizasyonun toplumun tüm üyelerinin işbirlikçi organizasyonu olacak olmasında yatmakta. Komünist sistem, organizasyonu etkilemeye ilaveten, onun sömürüye son vermesi, toplumun sınıflara bölünmesini ilga etmesi olgusu tarafından daha da ayırt edilir hâle getirilir.”
Yazarlara göre bir fabrika için çalışan işçi, fabrika sahibinin bir tür yük hayvanı olur.
Proleter devlete bağlı olarak çalışan işçi ise bir sosyal çalışan olur. Proleterya bütün kapitalist işletmeleri ve kaynakları kamulaştırmalıdır. Bütün işletmeler birleştirilmelidir. Bu işletmelerin bağlanması gereken organizasyon tüm organizasyonların en büyüğü ve güçlüsü olmalıdır. Bu örgüt çalışan sınıf tarafından oluşturulan, Sovyet gücü tarafından teşkil edilen devlet organizasyonudur. Bukharin ve Preobrazhensky’ye göre herkes bir gerçek, popüler kontrol altındaki ortak, sınıfsız planın kapsamına alınmalıdır; tüm ekonomik organlar bu devlet otoritesinin araçlarına ve ekonomik departmanlarına dönüştürülmelidir.
Bütün bu açıklamalar sosyalistlerin toplumsal düzenin ne olduğunu anlamada çok başarısız olduğunu sergilemekte. Sosyalistlerin kafasında KOD’u anlamaya ve açıklamaya yetecek düşünme kategorileri yok. Açık toplumun sosyal düzeninin karmaşıklığını anlayamıyor ve açıklayamıyorlar. Bir fabrika düzeni (KD) ile fabrika düzenleri dâhil birçok alt düzeni içinde barındırma kapasitesine sahip düzen (KOD) arasındaki hayatî farkları göremiyorlar. Bu yüzden, basit bir düşünce-akıl yürütme mekanizması kuruyorlar veya zihinsel tembelliğe teslim olarak ya tembelliğe düşüyor ya da canla başla çalışsalar bile kendi akademik-fikrî ortamlarında debelenerek santim ilerleme kaydetmeden düşünce hayatlarını yaşıyorlar. Türkiye’de de dünyada da. Ama bütün bunlara rağmen üstün ajitasyon ve propaganda kabiliyetlerine ve ağlarına dayanarak fabrika düzenini tüm toplumu ve her şeyi kapsayacak şekilde genişletip ideal toplumsal düzen diye pazarlıyorlar.
Bu düşüncenin özellikle liberaller için basit ve komik olduğu açık. Sadece teoride kaldığı sürece eğlendirici de oluyor. Ne var ki ihtiraslı sosyalist kadroların elinde büyük toplumsal projeler olarak hayata aktarılmak istendiğinde akıl almaz zulüm ve mezalimlere yol açıyor.
Evet, sosyalist toplum düzen ideali basit, arkaik ve tehlikeli…