Üniversitelerde kullanılan Siyaset Bilimi kitaplarında siyasî partilerle ilgili olarak hep aynı bilgiler verilir. Önce bir parti tanımı yapılır. Partilerin amaçları ve diğer örgütlerden farkları vurgulanır. Sonra parti tipolojileri ele alınır. Nihayet, anlatım, parti sistemleri ile tamamlanır. İlgili bölümler ve muhteva ettiği bilgiler dünyanın hemen her tarafında bilinen, tamamen anonimleşmiş bilgilerden oluşur.
Ancak, hayatın içinden edindiğimiz bilgiler ve tecrübeler bize bu kitabî bilgilerde eksiklik ve yanlışlıklar olduğunu gösteriyor. Başka bir deyişle, anlatılanlar hayatla yer yer çakışmıyor ve yer yer çelişiyor. Söz konusu kitapların yazarı akademisyenlerin bunları göremeyecek kadar yeteneksiz olduğu öne sürülemeyeceğine göre, bunun sebepleri nelerdir? Akademisyenler kitaplarına niçin kalıplaşmış bakışları aşacak ve hayatta karşımıza çıkan olayları ve olguları daha iyi ve etraflı değerlendirmemizde işe yarayacak bilgiler eklemiyorlar?
Eski zamanlarda -Soğuk Savaş yıllarında diyelim- bunun ana nedeni, pozitivizmin tesiriyle, sözüm ona, değerlerden azade (value-free) sosyal bilim yapma endişesi ve çabasıydı. Bu yüzden, pozitivist- ampirist bilim insanları sözgelimi Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ndeki Komünist Parti ile Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Cumhuriyetçi Parti’yi parti başlığı altında aynı kategoriye yerleştirip tahliller yapabiliyordu. Komünist rejimlerin çökmesi bu saçmalığı bir ölçüde giderdi ama tamamen ortadan kaldıramadı. İlk neden bu. İkinci neden parti kavramının anlamının sınırlı bir analize tabi tutulması ve kendine parti adını veren neredeyse her yapılanmanın parti olarak kabul edilmesi. Üçüncü neden ise, istikrarlı demokrasilerde partilerle ilgili sorunların belki de üzerinde durmayı gerektirecek veya bir genellemeye ulaşmayı sağlayacak kadar çok olmaması ve yazarların daha ziyade bu tür ülkeleri göz önünde bulundurması.
Oysa, parti kavramı ve pratiği etrafında hayli büyük bir sorunlar yumağı var. Parti adını alan her yapılanma parti midir? Kelimenin “doğru” anlamında partiler her siyasî sistemde var mıdır yoksa sadece demokrasilerde mi karşımıza çıkar? Bir partinin meşru bir demokratik aktör olabilmesi ve partiler arası iktidar yarışına katılma hakkını elde edebilmesi için onda aranması gereken vasıflar var mıdır, olmalı mıdır? Hangi partiler meşru partilerdir, hangileri, parti adını taşmakta olsalar bile meşru değildir? Bunlar önemsiz sorular olarak görülemez. Hayat zaten bu hususlarda cevaplar üretmekte, ama siyaset bilimcilerin ve hukukçuların da hem hayatın cevabını görmeye hem de mevzu üzerinde çalışarak ilkeler ve kıstaslar belirlemeye çalışması gerekir.
Görebildiğim kadarıyla, demokratik sistemde meşru ve demokratik bir siyasî parti olmanın bazı objektif ve genelleştirilebilir şartlarından bahsedilebilir. Bu şartları aşağıdaki gibi sıralayıp açıklayabiliriz:
1. Suç örgütü olmamak
Partiler veya partilerin uzantıları, birimleri bazı durumlarda adî suçlar denilen kaçakçılık, kumar, mafya faaliyetleri için kurulabilir veya kullanılabilir. Bu durumda söz konusu parti meşru bir parti olamaz. Örneğin, İtalya’nın güneyinde yaygın olan mafya, partilere tanınan imkânlardan ve avantajlardan yararlanmak için bir parti kursa ve tüm İtalya’da ya da İtalya’nın belli yerlerinde usulüne uygun olarak teşkilatlansa bile meşru bir parti olarak görülemez. Bu tespit Türkiye dâhil her ülke için geçerli olsa gerek. Nitekim Türkiye’de de bir örnek yaşandı. Birkaç yıl önce Adana’da kumar oynatmak için bir parti kurulmuştu (https://www.cnnturk.com/haber/turkiye/adanada-kumarhane-olarak-isletmek-icin-parti-kurdular). Şüphe yok ki bu tür kriminal faaliyetler için paravan olarak kullanılmak üzere kurulmuş partiler meşru bir parti olamaz.
2. Bütünü temsil etme iddiasında olmamak
Parti parça demektir. Parça bütünle aynı olamaz ve her bütün en az iki parçadan oluşur. Yani parti bütünün parçasıdır, tamamı değildir. Bütünü temsil etme iddiasında olan ve buna dayanarak başka partilerin kurulmasına izin vermeyen bir parti meşru, demokratik bir siyasal aktör olamaz. Bu yüzden, tek parti rejimlerinde -yani otoriter ve totaliter rejimlerde- tekelci partiler aslında parti adını hak etmeyen ve kelimenin gerçek anlamında parti olmayan yapılanmalardır. Diğer bir deyişle bu ülkelerde siyaset çoğulcu değildir. Örnek vermek gerekirse, SSCB’de Komünist Parti, tek parti dönemi Türkiye’sinde CHP kelimenin doğru anlamında parti değildi. Onlar, tüm toplumu kontrol etmek, manipüle etmek ve tahakküm altına almak için kurulmuş örgütlerdi. Elbette faaliyetlerini halka “sizi tahakküm altına alacağız” diyerek yürütmüyorlardı. Halkın çıkarlarına hizmet etmek, halkı aydınlatmak, eğitmek, çağdaşlaştırmak gibi kendinden menkul amaçların peşinde koştuklarını ilân ederek despotik rejimlerini sürdürüyorlardı.
3. Diğer partileri de meşru aktörler olarak görmek
Bir parti tek meşru siyasî aktörün kendisi olduğunu, diğer partilerin bu vasfa sahip olmadığını iddia ediyorsa veya demokratik usûl kurallarının işletilmesiyle ortaya çıkmış olan sonucu inkâr ediyor veya tanımıyorsa o parti ya meşru bir siyasî aktör değildir ya da meşruluğu zayıflamaktadır. İster iktidarda ister muhalefette olsunlar, partiler, diğer partilerin varlığını değil ama politikalarını, programlarını, sözlerini ve icraatlarını eleştiri konusu yapabilir. Bizde partiler zaman zaman bu sınırı aşıyor. Birbirlerinin var olma hakkını sorgulama hak ve yetkisini kendinde görüyor. Parti kurmayları zaman zaman sarf ettikleri sözlerle rakiplerinin politikalarını eleştirmeyi aşıp onların varlığını eleştirme noktasına varma potansiyeli taşıyan bir çiziye yaklaşıyor.
4. Seçimle gelmeyi ve seçimle gitmeyi kabul etmek
Demokrasiyi harika bir şey olarak görme biçimindeki özcü yaklaşım çok yaygın biçimde benimsenmekle beraber demokrasi aslında ve özünde bir usûl kuralları bütünüdür. Demokrasinin en önemli kuralı seçimle gelip seçimle gitmek ve adil ve yarışmacı seçimlerin sonuçlarına rıza göstermektir. Demokratik sistemdeki her parti, iktidara yarışmacı seçimlerle gelmeyi de iktidardan öyle gitmeyi de kabul ettiğini zımnî olarak beyan etmiş sayılır. Bu bakımdan hakkında bir şüphe doğarsa kurallara bağlılığını açıklamak zorundadır. Bir parti seçimle iktidara geleceğiz ve bir daha hiç gitmeyeceğiz diyorsa o parti meşru bir parti olamaz. Şimdi ne düşünüyor bilmem ama, Doğu Perinçek, bir zamanlar, partisinin planları hakkında böyle sözler sarf ediyordu. Böyle bir parti meşru bir parti olamaz. Keza, CHP genel başkanı ve sözcüleri de bir zamanlar “Erdoğan bizim cumhurbaşkanımız değil” şeklinde konuşuyordu. Burada da usul kurallarına uygun bir yarışın sonuçlarını kabul etmeme durumu var. Bu da bunu yapan partinin meşruiyetine zarar verir. Demokraside iktidar kazanıldığı gibi muhalefet de bir anlamda kazanılır. Muhalefet en az iktidar kadar önemlidir. Her sistemde iktidar vardır, ama sadece demokraside alenî, meşru ve iktidar alternatifi muhalefet bulunur. Muhalefetin seçim sonuçlarını tanımaması ilerde onun iktidarın da tanınmaması için bir örnek ve sebep teşkil eder. Dolayısıyla, demokrasiyi koruma ve kurumsallaştırmada muhalefete de önemli görevler düşer. Demokrasiyi koruma amacı iktidarın olduğu gibi muhalefetin omuzuna da sorumluluklar bindirir. Bu çerçevede, AK Parti’nin 31 Mart 2019 mahallî seçimlerinde İstanbul’daki seçim sonuçlarına yaptığı itiraz, aradaki oy farkının çok az olmasının bu teşhisi biraz tartışmalı hâle getirme ihtimâli bulunmakla beraber, usûl kurallarının sonucuna rıza göstermeme anlamına gelen bir tavırdı. AK Parti muhtemelen kendi tarihindeki en büyük siyasî hatayı burada yaptı ve en azından bu olay çerçevesinde kendi meşruiyetini tartışılır hâle getirdi.
5. Kendisinde başlayıp kendisinde bitmek
Bir partinin meşruiyeti onun yapılanmasının kendisinde başlayıp kendisinde bitmesiyle de yakından ilişkilidir. Parti kendi başına bir büründür, bir sondur ve onun üstünde bir kuruluş yoktur. Meselâ parti daha geniş ve başka ayakları bulunan bir yapılanmanın parçası olamaz. Bir parti, örneğin Marksist gelenekte olduğu gibi, bir başka ve onun üstü bir yapılanmanın siyasi ayağı, siyasi yapılanması ise o parti demokratik anlamda ve değerde bir parti olarak görülemez. Bundan dolayı sosyalist radikal örgütlerin parti adını verdiği uzantıları kelimenin doğru anlamında parti olarak görülemez.
6. Şiddeti dışlamak
Zor demokrasi oyununu bozar. Demokrasi zoru sınırlamak ve önlemek için geliştirilmiş bir yoldur. Zira, silahların konuştuğu yerde fikirler susar. Siyaset ve şiddet birbirinin zıddıdır. Siyaset sorunları konuşarak, tartışarak ve oylayarak çözme yoludur. Şiddet demokratik siyaseti öldürür; sorun çözmez, daha büyük sorunlar yaratır. Bu yüzden, her meşru demokratik partinin şiddeti dışlaması gerekir. Bunu yapmayan parti meşru bir parti olamaz. Şiddeti dışlamanın dört gereği vardır: a) Bilfiil şiddet kullanmamak, şiddete başvurmamak, b) Şiddet ile ve şiddet kullananlarla araya dışarıdan görülebilir bir mesafe koymak, c) Şiddeti ve şiddet kullanan aktörleri övmemek, d) Şiddeti ve şiddet kullananları açık ve net olarak, kamunun duyacağı, göreceği ve inanacağı şekilde kınamak. Bu şartları karşılayamayan bir parti, adı parti olsa bile, demokratik anlamda bir parti olamaz
HDP’nin meşruiyeti meselesi
Her demokrasinin var olması, ayakta kalması ve başarıyla işlemesi meşru ve demokratik siyasî partilerin mevcut olmasına bağlı. Demokratik siyasetin meşru siyasî aktörü olmak isteyen partiler burada saydığım şartlara uymak zorunda. Günümüz Türkiye’sinde yukarda sayılan ölçütler açısından değerlendirilmeyi en çok hak eden parti ise, kuşku yok ki, HDP’dir. HDP üzerine yapılacak analizler partilere bakışa tüm dünya çapında katkıda bulunmaya yardımcı olabilecek çaptadır.
Demokrasi, Kürtlerin kültürel hakları ve Kürt olarak siyaset yapma imkânı
Bundan yaklaşık yirmi sene önce TBMM’de bir Kürt partisinin bulunması pek düşünülemezdi. 14 Mayıs 1950’de demokrasiye geçildikten sonra çeşitli partilerde Kürtler hatta Kürt milletvekilleri hep olageldi. Kürtlere bakanlık görevleri de verildi. Ama Kürt vatandaşlarımızın kendi etnik kimliklerini öne çıkartarak siyaset yapması çok zor ve tehlikeliydi. 1960 Darbesi sonrasında kurulan anayasal rejimde parti kapatmak zaten çok kolaydı ve sık sık vuku bulmaktaydı. Kürt kimliğini öne çıkartacak her parti kolayca kapatılabilirdi. Başka bir deyişle -her ne ise- Kürt probleminin çözümü yolunda Kürt vatandaşların siyaset yollarını kullanma imkânı yoktu.
Zaman içinde bu durum değişti. Özellikle AK Parti iktidarları döneminde siyasette iki önemli gelişme gerçekleşti. Bir: Genel olarak parti kapatmak çok zorlaştırıldı. En çok kapatılan partiler İslâmî gelenekten ve Kürt siyasetinden gelenlerdi. Böylece Kürtlere siyasetin yolu Türkler için olduğu kadar açıldı. İki: Kürt kültürü üzerindeki yasaklar da önemli ölçüde kaldırıldı. Kürt dilini yazılı ve görsel medyada, cezaevlerindeki görüşmelerde, mahkemelerdeki duruşmalarda kullanmanın, Kürtçe şarkı-türkü söylemenin önündeki engeller tasfiye edildi. Kürt dilini öğretmek için kurslar açılmasına izin verildi. Devletin kendisi Kürtçe yayın yapan bir televizyon kanalı kurdu. Kürtçe yayın yapan kanal aslında, diğer bazı etnik unsurların durumlarıyla karşılaştırıldığında, adeta bir imtiyazdı. Meselâ, çok istemelerine rağmen, Çerkezler, hâlâ, Çerkez dilinde yayın yapan bir TRT kanalına sahip değiller.
AK Parti iktidarları başka bazı alanlarda da Kürt probleminin çözümüne yönelik önemli adımlar attı. Geleneksel ret, inkâr ve asimilasyon politikaları tek edildi. İktidar büyük riskleri göze alarak Oslo Müzakerelerini gerçekleştirdi, açılım ve çözüm süreçlerini denedi. Oslo Müzakereleri sonradan anlaşıldığı üzere FETÖ’nün komplosuyla bitirildi. Açılım ve çözüm süreçlerinde devlet üzerine düşeni yaparken PKK bunları tırmandıracağı terör kampanyasına hazırlık dönemi olarak kullandı. Emperyal güçler Türkiye’nin kendi göbeğini kendisinin kesmesini istemediği ve PKK’yı Türkiye’ye karşı kullanmaktan vazgeçmediği için PKK’yı manipüle etti ve terörü sürdürmeye ikna etti. Böylece bir ara çok umutlanılan ve yaklaşılan çözüm bir türlü gerçekleşmedi.
Diğer partilerle eşit bir parti olarak HDP
İktidarın demokratik siyaset kapılarını sonuna kadar açması Kürt kimlikli bir partinin doğmasına ve yaşamasına izin verdi. Bugün bu partinin adı HDP. Bu parti Türkiye’nin her tarafında örgütlenebiliyor. Genel seçimlere girip milletvekili çıkartabiliyor. Meclis çalışmalarına komisyonlar ve genel kurul toplantılarında katılabiliyor. Bir meclis başkanvekilliğini elinde tutabiliyor. Diğer partilerle açık veya örtülü ittifaklara girebiliyor. Bazı yerleşim birimlerinde belediye başkanlıklarını kazanabiliyor. Hazineden yardım alabiliyor. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday gösterip yarışabiliyor. Kısaca, diğer partilerin yararlandığı tüm imkânlardan yararlanabiliyor, seçimle gelinen her pozisyona talip olabiliyor.
HDP’nin meşruiyet zaafları
HDP Melis’teki tüm partilerin yararlandığı hak ve imkânlardan sonuna kadar yararlanıyor ama diğer partilerden önemli farkları var. Başka bir deyişle HDP yukarda sayılan partilerin meşruluk şartlarından bazılarını karşılayamıyor veya bunu gerçekleştirme niyetinden mahrum.
Her şeyden önce HDP kendisinde başlayıp kendisinde biten bir siyasi yapılanma değil. HDP, KCK denen yapılanmanın siyasî ayağı veya uzantısı. KCK her alanda varlık göstermeye çalışan totaliter, baskıcı bir yapılanma. Sendikalarda, medyada, derneklerde, insan hakları örgütlerinde, üniversite öğrencileri arasında uzantıları mevcut. Bir de silahı ayağa sahip: PKK. HDP ise KCK’nin siyasî ayağı hüviyetinde. HDP’nin milletvekili ve belediye başkanı seçimlerinde aday belirlenmesinden fiilî idaresine kadar birçok bakımdan KCK kontrolünde olduğu biliniyor. Şurası açık bir gerçek: KCK’nın uzantılarının en önemlileri silahlı ayak PKK ve siyasî ayak HDP.
PKK bir terör örgütü. İç hukukta da uluslararası hukukta da terör örgütü olarak kabul ediliyor. PKK devlet adamlarına, güvenlik görevlilerine, kendisine yüz vermeyen Kürtler de dâhil olmak üzere sivil vatandaşlara saldırıyor. Cinayetler işliyor, katliamlar yapıyor. Yakıyor, yıkıyor. PKK şefleri aynı zamanda KCK’nın da şefleri. HDP, KCK şefleri üzerinden PKK ile ortak. Hem milletvekili adaylarının ve seçim stratejilerinin hem de belediye başkan adaylarının ve belediye meclislerine girecek kimselerin belirlenmesinde belirleyici olan KCK-PKK. Bu yapılanma o kadar fütursuz ki, kanuna aykırı olmasına rağmen HDP’nin belediye başkanlığını kazandığı yerlere bir “eş başkan” gönderiyor. Böylece belediyelerde ikili bir yapı oluşuyor; bir tarafta, Türkiye’nin idarî yapısı içinde çeşitli vesayet makamlarıyla muhatap olacak, kâğıt üzerinde bir resmî yapı, diğer tarafta gerçek güce sahip olan paralel yapı.
Siyasî partiler, evet, demokrasinin vazgeçilmez unsuru. Onlar olmadan demokrasi işleyemez. Yani, demokrasi siyasî partilerin ana oyuncular olduğu bir oyun. Bu oyunun meşru bir katılımcısı (yani demokratik bir siyasî parti) olabilmek ve oyunda eşit şartlar altında yer alabilmek bazı şartlara bağlı. Bu şartlar demokrasinin usul kuralları başlığı altında toplanabilir. Bu şartlardan biri ve belki de en önemlisi, asla ve kata vazgeçilemeyecek olanı, şiddeti dışlamak.
Şiddeti dışlamanın dört açılımı olduğunu tekrar hatırlayalım: 1) Bilfiil şiddete kullanmamak, şiddete başvurmamak, 2) Şiddet ile ve şiddet kullananlarla araya dışardan görülebilir bir mesafe koymak, 3) Şiddeti ve şiddet kullanan aktörleri övmemek, 4) Şiddeti ve şiddet kullananları açık ve net olarak, kamunun duyacağı, göreceği ve inanacağı şekilde kınamak. Bu şartları karşılayamayan bir parti, parti adını taşısa bile, demokratik anlamda bir parti olamaz, demokrasiye katkıda bulunamaz.
Demokratik siyasî partilerin şiddeti dışlama mecburiyetinin iki ana sebebi olduğu söylenebilir. Birincisi, şiddetin demokratik siyasetin olağan akışını bozması ve barışçıl siyasî oyunu imkânsız kılması. İkincisi, şiddetle bağı olmayan partilerin yarıştığı bir arenada bir partinin bir şiddet örgütüyle bağının olmasının o partiyi diğer partilerle eşitsiz hâle getirmesi, yani siyasî partiler arasındaki eşitlik şartını bozması.
Bu yüzden, demokratik bir parti ve demokratik yarışın meşru bir aktörü olması için HDP’nin yukarda dört açılımını verdiğim şiddeti dışlama işini gerçekleştirmesi lâzım. Bu hem demokratik sistemin hem de biz vatandaşların haklı ve meşru bir talebi. HDP bunu geçmişte yaptı mı? Hayır! Bugünlerde yapıyor mu? Hayır! Yakın gelecekte yapacağına dair bir işaret veriyor mu? Hayır! O zaman nasıl olup da böyle bir partiyi barışçıl demokratik oyunun meşru bir siyasî aktörü olarak kabul edeceğiz?
Şiddet ile siyaset arasındaki zıtlığı yaşanmış bir örnek üzerinden ele alabiliriz. Türkiye’de bir zamanlar terör eylemleri yapan Hizbullah adlı bir örgüt vardı. Bu örgütün dayandığını söylediği toplumsal taban sonunda şiddetten vazgeçti ve meşru bir siyasî parti oluşturmak için HÜDA-PAR’ı kurdu. Bu parti siyaset yapıyor ve şiddete bulaşmıyor. Dolayısıyla -geçmişinde şiddet olsa da- meşru bir parti. Buna karşılık PKK (KCK) aynı şeyi yapamadı. Terör eylemlerine devam ediyor. HDP, PKK ile organik bağlara sahip. Diyarbakır Anneleri’nin HDP’nin Diyarbakır il merkezi önünde gerçekleştirdikleri tarihi eylem bile bunu tek başına kanıtlamaya yeterli. Annelerin birçoğu çocuklarının HDP aracılığıyla dağa götürüldüğünü söylüyor. Bu yüzden HDP bana göre meşru ve demokratik bir aktör değil. HDP hakkındaki analizlerime, tespitlerime ve çağrılarıma itiraz edenlere sormak isterim: Hizbullah hâlen var ve terör uyguluyor olsaydı HÜDA-PAR’ı meşru bir parti olarak görecek miydik? HDP’yi desteklediğiniz gibi onu da destekleyecek veya başkaları tarafından desteklenmesini makul ve yararlı bulacak mıydık?
HDP’nin durumunun demokrasiye ne kadar aykırı olduğunu ve demokrasilerin HDP gibi bir partiye asla izin vermeyeceğini görmek için hayalî bir örnek üzerinden de düşünebiliriz. ABD’nin Kaliforniya eyaletinde hayli yoğun bir İspanyolca konuşan (Hispanik) nüfus var. O topraklar zaten daha önce Meksika devletine aitti. Hispaniklerden oluşan ve merkezi Meksika sınırları içinde olan bir terör örgütü kurulsa. Bu örgüt bağımsız bir Kaliforniya yaratılması veya Kaliforniya’ya ayrı bir siyasî statü verilmesi için ABD sınırları içinde terör eylemleri gerçekleştirse. Devlet adamlarına, güvenlik güçlerine, sivil insanlara, ekonomik ve sosyal tesislere saldırsa. Adı KKP (Kaliforniya’yı Kurtarma Partisi) olan bu terör örgütü aynı zamanda ABD’de faaliyet gösterecek, KADP (Kaliforniya Aslına Dönsün Partisi) adlı bir parti kursa. KADP, ABD’de temsilciler meclisi ve belediye başkanlığı seçimlerine katılsa. Kongrede milletvekilleri olsa. Bazı yerleşim birimlerinde belediye başkanlıklarını kazansa ve belediye imkânlarını, kaynaklarını terör örgütünün faaliyetlerine lojistik destek sağlamak için kullansa. Ne dersiniz, ABD böyle bir partiye müsaade eder mi? Onu demokratik, meşru bir aktör sayar mı? Diğer partilerin sahip olduğu hak ve imkânları ona tanır mı? Cevap belli, bunu asla yapmaz. Muhtemelen böyle bir partiyi yeryüzünden siler. Ya Almanya, bir eyaletinin, meselâ Bavyera’nın Almanya’dan kopması için faaliyet yürüten bir terör örgütüyle organik ilişkiler içinde olan ve seçimlere giren bir partinin var olmasına izin verir mi? Yoksa onun öncüleri trafik kazalarında, gaz patlamalarında, hapishane intiharlarında can mı verir? Ya Fransa? Cezayir’de bir milyon insanı öldüren Fransa Marsilya bölgesinin ülkeden ayrılıp bağımsız bir devlet olmasını talep eden bir terör örgütünün parti ayağının Paris’te mecliste veya Marsilya’da belediye başkanlığı koltuğunda oturmasına izin verir mi?
İspanya’yı sormuyorum, orada ne olabileceğiyle ilgili spekülasyon yapmaya gerek yok, çünkü yaşanmış vakalar var. Batasuna Partisi terör örgütüyle ilişkisi yüzünden kapatıldı ve İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM) bu kararı tasdik etti. Konu üzerinde bir makale yazan hukukçu Dr. Ömür Aydın’ın dediği gibi, “Herri Batasuna ve Batasuna Partileri, ETA Terör örgütüyle organik ilişkileri nedeniyle kapatılmıştı. Siyaset alanından çıkıp şiddet uygulayan örgütlerle organik ilişkileri olan siyasal partiler, demokratik toplumda yaratacakları risk nedeniyle yasaklamayla karşılaşabilirler.” (https://www.researchgate.net/publication/323918816_TEROR_VE_SIYASAL_PARTILER_HERRI_BATASUNA_VE_BATASUNA_ISPANYA’YA_KARSI_DAVASI_UZERINE_BIR_INCELEME_Terrorism_and_Political_Parties_An_Analysis_on_Herri_Batasuna_and_Batasuna_v_Spain_Decision). İspanya, özerkliğe de sahip olan Katalonya bölgesi meclisinin aldığı bağımsızlık kararı üzerine bu işin başını çekenlere adeta kan kusturdu. Bölgesel meclisi dağıttı ve önde gelenleri hem de AB desteğiyle yargılamaya başladı. “İspanya Yüksek Mahkemesi’nin 14 Ekim’de açıkladığı kararla 9 Katalan siyasetçi 1 Ekim 2017’de yapılan yasa dışı bağımsızlık referandumundan dolayı 9 ila 13 yıl hapis cezası” aldı (https://www.cnnturk.com/haberleri/katalonya). Türkiye ne yapıyor? Onların yapmadığını ve yapmayacağını. Bir terör örgütüyle organik bağlara sahip bir parti olan HDP’ye siyasette alan açıyor. Onu meşru sayıyor. Var olmasına ve siyasî faaliyet yürütmesine izin veriyor.
Demokratik teori açısından HDP
HDP neden temel demokratik şartı karşılamıyor? Denebilir ki, karşılamıyor değil karşılayamıyor. PKK silahlı bir çete olduğu ve ona ters düşen Kürtleri öldürttüğü için HDP PKK’yı açıkça kınayamadığı gibi bir şekilde kınama anlamına gelecek bir açıklama da yapamıyor. Durum gerçekten böyle olsa anlardım ve anlayış gösterirdim. Ama o zaman da hiç olmazsa PKK’yı da kapsayacak genel terör karşıtı açıklamalar yapmasını beklerdim. Böyle bir şey de yok ortada.
Başka bir mesele daha var ve bu demokratik teori ve pratik açısından çok önemli. PKK’nın örgütlü ve etkin olduğu yerlerdeki seçimlerde Kürt seçmenlerin tercihini serbestçe, korkmadan, baskı görmeden, hür iradesiyle yapmış olduğundan nasıl emin nasıl olabiliriz? HDP eşittir Kürtler denemez. PKK’ya hiç sempati duymayan, olağan şartlar altında asla HDP’ye yüz vermeyecek olan ama bunu yapmak zorunda kalan çok sayıda Kürt arkadaşım var. Kürtler genel olarak ülkenin en politize ve uyanık siyasî katılımcıları. Bu insanların tamamının HDP’yi Kürtlerin tek ve en iyi siyasî temsilcisi olarak görmesi imkânsız. Keza Kürtlerin tamamının terörü meşru, gerekli ve yararlı bir siyasî araç telakki ettiğini iddia etmek de onlara bühtan etmek anlamına gelir. Ama karşınızda sırtını bir silahlı çeteye dayadığını bizzat itiraf etmiş bir sözüm ona parti varsa onun istediğini yerine getirmekten başka ne yapabilirsiniz? Evinizi barkınızı, çoluğunuzu çocuğunuzu tehdit edebilecek hukuk ve ahlâk dışı bir güce kafa tutmayı göze alabilir misiniz?
Demokratik siyasette partilerin eşit genel şartlar altında çalışması lâzım. PKK’yı HDP’nin milis gücü gibi düşünecek olursak partiler arası eşitlik bozulmaz mı? Bir yanda milis gücü olan bir parti diğer tarafta milis güçleri olmayan partiler şeklinde bir tablo karşımıza çıkmaz mı? Bu durumda eşitlik şartını nasıl sağlayabiliriz? Bunu yapmanın iki yolu var. İlki ve akla, mantığa ve demokrasiye uygun olanı HDP’nin milis gücünün tasfiye edilmesi. İkincisi ve demokrasiye zararlı olacak yol ise her partinin benzer bir milis gücü kurması. Nitekim geçenlerde CHP yandaşı bir kadın gazeteci PKK-HDP ilişkisini başarılı bir emsal göstererek CHP tabanına hükümete karşı silahlı güçler oluşturulması istikametinde bir çağrı yaptı. Bu vuku bulursa, diğer partiler de aynı yolu takip ederse, her partinin aynı zamanda bir milis gücü olursa, demokrasi ayakta kalabilir mi? Silahların gölgesinde ve silah tehdidi altında demokratik kurallar, mekanizmalar ve süreçler işletilebilir mi?
Bu konuda ders alabileceğimiz bir örnek var. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’da kurulan Weimar Cumhuriyeti’nde Naziler ve komünistler başta olmak üzere tüm önemli siyasî partilerin milis gücü vardı (https://encyclopedia.ushmm.org/content/tr/article/the-weimar-republic). Bu şartlar altında ülkenin kargaşaya düşmesi, demokrasinin ölmesi kaçınılmazdı. Öyle de oldu. Sosyalistler Naziler kadar atak ve cesur olamadıkları için ülke totaliter sosyalizmin değil onun ikizi totaliter nasyonal sosyalizmin pençesine düştü.
İşte bu yüzden demokrasiler HDP gibi terör örgütleriyle organik bağları olan partilere müsamaha gösteremez. Bunu yapmaları, kendi kendilerine ihanet etmeleri ve ölüm fermanlarını imzalamaları anlamına gelir. Böyle bir ortamda hukukun hâkimiyeti de tesis edilemez. Bu tür bir partinin belediye başkanlıklarını elinde tutmasına ise hiç göz yumulamaz. Çünkü belediyelerin imkânları terör örgütü için lojistik desteğe kolayca dönüşebilir. Türkiye’nin yakın tarihi bunun dramatik örnekleriyle dolu. Meselâ hendek terörü vakası. Hendek terörü PKK tarafından HDP yöneticilerinin manevî ve HDP’li belediyelerin fiziksel desteğiyle ortaya çıkartıldı. Devletin ölçülü şiddet kullanma mecburiyeti yüzünden aylarca sürdü ve yüzlerce insanın hayatına mal oldu. Sicili böyle olan bir partinin teröre destek verdiğine dair işaretler ve deliler olan belediye başkanlarının görevden alınıp yerlerine kayyum atanması hem hukuka uygundur hem de demokrasiye zarar vermek değil demokrasiyi korumak anlamına gelir.
Karşı görüşler ve cevaplar
HDP’ye ilişkin olarak şimdiye kadar dile getirdiğim tezlere demokratik siyaset ve hukuk adına yapılan bazı itirazlar var. Onlara bakalım ve cevaplayalım
Deniyor ki, HDP beş milyondan çok oy almış bir partidir ve bu yüzden demokratiktir. Belediyelere kayyum atamak halkın iradesine saygı duymamak, onu çiğnemek anlamına gelir. Bu argümana yukarda kısmen cevap verdim. Birkaç şey daha ilave edeyim. En başta, HDP’ye verilen her oyun serbest ve özgür irade eseri olduğundan şüphe etmek için meşru ve makul nedenlerimiz var. Özellikle bazı yerlerde HDP seçmenlerinin yüzde kaçının serbest iradeleriyle HDP’yi tercih ettiğini nasıl bilebiliriz? İkincisi, HDP’ye yönelik eleştiri tek tek tüm HDP seçmenlerine yönelik bir eleştiri değil. Tüm HDP seçmenlerinin terörü meşru ve makul bir yol olarak gördüğünü ve desteklediğini düşünmek haksızlık ve hadsizlik olur. Bir partiye oy vermek o partinin her şeyini beğenmek ve desteklemek anlamına gelmez. Oy kullanmada “demet etkisi” denen bir şey var (https://www.liberte.com.tr/siyaset-bilimi-atilla-yayla?search=atilla%20yayla). Buna göre, seçmenler bir partiye oy verdiği zaman onun her politikasını değil esasta doğru gördüğü politikalarını “satın almış” olur, ama beğenmediği başka politikalar da onlarla beraber gelebilir. Çünkü parti siyasaları tek tek seçilerek değil bütün olarak oylanır. HDP’ye oy veren ama asla teröre taraftar olmayan arkadaşlarım var. HDP yöneticileri teröre karşı tavır almak istemiş ve HDP seçmenleri buna engel olmuş da değil. HDP seçmenlerinin oyları elbette önemli ve değerli ama aslında HDP terör örgütü ile arasına mesafe koymamakla sadece demokrasiye değil HDP seçmenlerinin çoğuna da ihanet etmiş oluyor.
Milyonların oyunu almasının HDP’yi terör örgütüyle bağlarına rağmen meşrulaştırdığını iddia edelerin şu hayali örnek üzerinde de düşünmesi lazım. DAEŞ Suriye’de var olmaya, yaşamaya devam etseydi. Türkiye’de de terör eylemlerini sürdürseydi. Yani PKK gibi yapsaydı. Ayrıca DAEŞ’in uzantısı olan bir siyasî parti olsaydı. Bu parti seçimlere katılsa ve 5 milyon oy alsaydı. HDP’yi meşru ve demokratik görenler o partiyi de meşru ve demokratik görecek miydi? Hatırı sayılır miktarda oy almasını o partinin meşru olması için yeterli sayacak mıydı? Muhtemelen hayır. İslamcı olduğu, gerici olduğu, kadınlara kötü muamele ettiği gibi gerekçelerle bu partiye cephe alacaklardı ve bu partinin yok edilmesini isteyeceklerdi. HDP’nin ne farkı var? İdeoloji terörü meşrulaştırmaya yetiyor mu?
Bir başka argüman şu: Madem belediye başkanının PKK ile ilişkisi var, o zaman belediye başkanını görevden aldıktan sonra neden kayyum atamak yerine neden yeni seçim yapılmıyor veya belediye meclisi tarafından yeni bir başkan seçilmiyor? Ayrıca görevden alınanlar neden yargı kararıyla alınmıyor? Böyle yapılması hukuk devleti ilkesine aykırı.
Bu itirazlara da verilebilecek cevaplar var.
Hukuk devleti (hukukun hâkimiyeti) ilkesinin iki ayağı var. Bir: Hiçbir organ kaynağını anayasadan almayan bir yetkiyi kullanamaz. İki: İdarenin tüm eylem ve işlemleri hukuka uygun olmalıdır. Bu da iki açılıma sahip: Her işlemin dayandırılabileceği bir hukukî düzenlemenin mevcut olması ve yapılan işlemlerin hukukî denetime tabi olması.
Belediye başkanlarının açığa alınması ve yerlerine kayyum atanması bir idarî işlem. Tasarrufu yapan İç İşleri Bakanlığı. Türkiye’de Anayasa’ya ve daha alt seviyedeki mevzuata göre merkezî idare mahallî idare birimleri üzerinde denetim yetkisine sahip. Bu çerçevede idare gerek görürse belediye başkanlarını açığa alıp haklarında soruşturma başlatabilir. Anayasa bunu düzenlemiş. Anayasanın 127. Maddesi’ne göre: “Mahallî idarelerin seçilmiş organlarının, organlık sıfatını kazanmalarına ilişkin itirazların çözümü ve kaybetmeleri konusundaki denetim yargı yolu ile olur. Ancak, görevleri ile ilgili bir suç sebebi ile hakkında soruşturma veya kovuşturma açılan mahallî idare organları veya bu organların üyelerini, İçişleri Bakanı, geçici bir tedbir olarak, kesin hükme kadar uzaklaştırabilir.” Aynı düzenleme Belediye Kanunu’nun 47. Maddesinde de var. (https://yenisehir.fandom.com/tr/wiki/1580_say%C4%B1l%C4%B1_Belediye_Kanunu). Dolayısıyla, yapılan işlem pozitif hukuka uygun. Bu anayasal ve yasal hükümler olmadan yapılmış olsaydı hukuka aykırı olurdu.
Bu tip işlemlerde adî suçlarla terör suçları arasında bir ayrım yapılıyor. Rüşvet, irtikap ve kişilere karşı işlenen yaralama, öldürme gibi suçlarda belediye başkanı görevden alınabilir ve yerine belediye meclisi tarafından yeni bir başkan seçilir. Terörle ilgili suçlarda ise belediye başkanı görevden alınabilir ve yerine kayyum atanabilir. Sadece Türkiye’de değil hemen hemen her demokratik ülkede terör suçları hakkında bu tür özel düzenlemeler mevcut. Yargı kararı olsun ve ona göre işlem yapılsın diyenler hem süreçleri bilmiyor veya önemsemiyor hem de idarî işlemle hukukî işlemi birbirine karıştırıyor. Diyelim ki İç İşleri Bakanlığı idarî bir işlem yaptı. Bu işlemin hukukî dayanağı var. Ama yapılan bir yargılama değil. Bakanlık yargılama yapamaz. Şimdi iki şey olacaktır. İlk olarak bakanlık elindeki belgeleri yargıya taşıyarak görevden alınanlar hakkında dava açılmasını sağlayabilir. Suç olup olmadığına yargı karar verir. İkinci olarak görevden alınan kişiler bunun hukuka aykırı olduğu gerekçesiyle yargıya baş vurabilir, çünkü Anayasanın 125. Maddesi’ne göre idarenin bütün eylem ve işlemleri yargı denetimine açıktır. Bu durumda da yargı işlemin hukukiliği hakkında bir hüküm tesis eder. Süreç böyle. Bu olmasın, görevden alma kararını yargı versin denirse yargıyı idarenin yerine ikame etmeye teşebbüs edilmiş olur. İdare dava açsın sonra davanın sonucunu beklesin denebilir. Ancak, terör suçunda bunu istemek biraz riskli olabilir. Çünkü yarın bir belediyenin katkısıyla gerçekleşecek bir terör eyleminde insanların hayatlarını kaybetmesi telafisi imkânsız zararlar doğurur. Meselâ Hendek terörü hazırlıkları yapılırken terör örgütüne yardım eden belediye başkanları görevden alınmış olsaydı belki de PKK o eylemleri yapamazdı. Böylece hendek terörü ortaya çıkmaz ve birçok insanın hayatı kurtarılmış olurdu.
Hukuk tartışması şu şekilde de yapılabilir. İşlem kanun seviyesinde ve daha aşağısında pozitif hukuka uygun, ama bu düzenlemeler Anayasaya, demokrasiye veya evrensel hukuka aykırıdır denebilir. Burada da iki şey yapılabilir. İlk olarak bu hukukî düzenlemenin (hatta gerekirse Anayasanın) değiştirilmesi için Meclis bünyesinde çaba sarf edilebilir ve ona destek verecek bir kamuoyu oluşturmaya çalışılabilir. İkincisi, ilgili kanun maddeleri AYM’ye götürülebilir. Bunları yapmayıp hukuk düzenlemelerini görmezden gelmek bu sefer keyfiliğe yol açar. Kaldı ki HDP geride yaklaşık on yıllık parlak olmayan bir sicil bıraktığı için belediyelerle ilgili endişelerin doğru olması ihtimâli yanlış olması ihtimâlinden daha kuvvetli görünüyor.
“Peki, madem HDP PKK ile bu kadar bağlantılı, neden kapatılmıyor?” diye soruluyor. Önce şunu söyleyeyim. Terörle organik ilişkileri olan bir partinin kapatılması hukuka ve demokrasiye aykırı değil. İspanya’da olanlar ve hem İspanya Yüksek Mahkemesi’nin kararı hem de bu kararın İHAM tarafından onaylanması buna delil. Ama ben toptan kapatma yerine hakkında kuvvetli delil olanlar hakkında hukukî işlem yapılmasını tercih ederim. Böylece siyasî sistemimiz söz konusu partiye karşı ahlâkî üstünlüğünü de muhafaza etmiş olur. Diğer taraftan, parti kapatma bir işe yaramıyor. İslâmî gelenekten ve Kürt siyasetinden pek çok parti kapatıldı ve yerlerine hemen yenileri kuruldu. Ama İslâmî gelenek daha demokrat çıktı, çünkü büyük hak gasplarına rağmen asla teröre başvurmadı. Kürt siyasetinde ise terörü metot olarak benimseyen damar terörü de kullanarak barışçıl olan damarları yok etti, bastırdı. Bu Kürt halkı için de tüm Türkiye için de çok kötü bir durum.
Her şeye rağmen ben HDP’nin kapatılmasına taraftar değilim. HDP yaşamalı. Meclis’te de kalmalı. HDP’li milletvekillerinin Meclis’te bulunmasını da hem siyasal çoğulluğun bir yansıması hem de Kürt sorununda siyasî çözüm yolunun açık tutulması bakımından gerekli ve yararlı görüyorum. Ayrıca, HDP’lilerin orada demokratik siyaset, müzakere, kanun yapma gibi hususlarda bir çeşit tecrübe edinmesini de yararlı görüyorum. Ancak, belediyelerde durum daha farklı. HDP’li milletvekillerinin PKK desteği çoğu zaman dolaylı ve belli durumlar dışında fiilî değil sözlü iken belediyelerin desteği terörle açık ve fiilî ortaklığa dönüşüyor. Bundan dolayı HDP’li belediyelere gerekirse kayyum atanmasında demokrasi ve hukuk açısından bir problem göremiyorum.
Silah siyaseti bastırıyor
HDP Kürt siyasetinde PKK’nın silah baskısıyla bir yer edindi. PKK destekli HDP bölgede Kürtler arasında bir tekelci tek parti. Oysa Kürt siyaseti çok renkli ve ağırlıklı olarak barışçıl. Ama kim silahların gölgesinde normal siyaset yapabilir? Türk siyasetinin silahların gölgesinden kurtarılarak rahatlamasına benzer şekilde Kürt siyasetinin de silahların baskından kurtarılarak özgürleşmesi ve çeşitlenmesi lâzım. Bu, demokrasiyi de hukuk devletini de güçlendirir.
Yirmi sene önce bu konuyu ele alsaydım, bu görüşlerin çoğunu yazmazdım. Çünkü Kürtlere siyaset yolunun açılmasını istiyor ve destekliyordum. Bu sayede terörün biteceğine -en azından gerileyeceğine- ve çözüm yolunda demokratik siyasetle ilerleneceğine dair büyük umutlarım vardı. Olmadı. Barış ve demokrasi taraftarı her insan gibi büyük hayal kırıklığı yaşadım. Kitaba sığmayan tecrübî bilgiler edindim. Problemi daha geniş bir perspektiften görebilir hâle geldim. Bu yüzden, geride kalan senelerde hiçbir şey yaşanmamış ve hiç ders alınmamış gibi konuşup yazanlara hayretler içinde bakıyorum.
Metot esastan önemlidir
Önyargılı olmayan herkes gerek bu yazımda gerekse ilgili başka yazılarımda vurguladığım temel noktayı görmekte zorluk çekmeyecektir. Ben muhtevayla değil metotla ilgiliyim. Kürt meselesinin nasıl tanımlanacağı, parçalarının neler olduğu, problemin neler yaparak ve nasıl yaparak çözülebileceği hakkında bir şey söylemiyorum. Elbette bu hususlarda da fikirlerim var ama bunların tartışılmaz derecede doğru ve herkese empoze edilmesi gereken fikirler olduğunu iddia etmiyorum. Hepsi tartışılabilir. Ama metot konusundaki tespitimin kesin doğru, aynı zamanda ahlâklı, vicdanlı, insanî ve demokratik olduğunda ısrarcıyım. Terör son bulsun, Kürt Türk fark etmez, insanlar ölmesin istiyorum. Gittikçe genişleyen bir ifade özgürlüğü ve demokratik siyaset ortamında herkes istediği gibi sivil veya siyasî olarak örgütlensin. En uçuk kaçık görünen fikirler ve talepler bile serbestçe dile getirilsin, tartışılsın istiyorum. PKK terörü bunun önündeki en büyük engel. Silahlar konuştukça fikirler susuyor. Silahlar patladıkça, insanlar öldükçe geniş toplum irrite oluyor ve PKK düşmanlığı Kürt düşmanlığını besliyor.
Bu çerçevede bazen dile getirilen “grubu olan, hazine yardımı alan bir parti olarak HDP niçin kriminalize ediliyor?” sorusu da yanlış. Doğru soru şu: Seçimlere katılıp Meclis’te grup kurabildiği, Meclis’te fikir açıklayabildiği ve talep edebildiği, diğer partilerle yarışabildiği, seçimle gelinen çoğu makama ulaşma şansı olduğu hâlde HDP neden terör gibi en ahlâksız kriminal faaliyetlerle ve bunu yapan aktörle, terör örgütüyle arasına mesafe koymuyor? Benim gördüğüm kadarıyla bazı yazarların iddia ettiği gibi AK Parti ve devlet tarafından kriminalize edilmesinden ziyade HDP’nin kendi kendisini kriminalize etmesi söz konusu.
HDP hem hukuken suç hem de ahlâken ve vicdanen yanlış olan pozisyonlardan uzak durarak kendi kendisini kriminalize etmekten vazgeçmeli. Demokratik siyaseti tek yol olarak görmeli ve benimsemeli. Demokrasiye gerçekten inanan aydınlar ve halk tabakaları da HDP’ye bu çizgiye gelmesi için çağrı yapmalı, manevî baskı uygulamalı. Demokratik standartlara geçekten uyan bir HDP Türkiye’ye sadece Kürt probleminin çözümü bakımından değil demokrasinin geliştirilmesi açısından da büyük katkılarda bulunabilir.
HDP hakkında açılan kapatma davası Anayasa Mahkemesi’nde devam ediyor. Mahkeme HDP’yi kapatmak için her meşru ve makul gerekçeye sahip. Partiyi kapatması demokrasiye aykırı değil, demokrasiyi kuvvetlendirecek bir adım. Bununla beraber, şahsi tercihimi bir kere daha belirteyim: Ben HDP’nin kapatılmasını değil partide suça bulaşmış kimselerin tek tek tespit edilerek yargı önüne çıkartılmasını tercih ederim. Ancak, AYM’nin kapatma kararını da demokrasiye aykırı olduğu şeklinde eleştirmem.