Gerçekliği bulunduğu konuma göre okumaya ve sadece o noktaya göre bir gerçeklik tasavvuru ile politika üretmeye alışkın olan bir toplum ve akademi için, başka bir konumda olan bireylerin durumlarını anlatmak oldukça güçtür. Tüm anlatımlar, açıklamalar ifadeler: “unidentified object” tepkisi ile karşı karşıya kalır çoğu zaman. Çünkü gerçeklik tanımlanması tek merkezli bir yapı içerisinde belirli bir orijine göre ve buranın “dili” ile yapılmaktadır. Belirli kavramların merkez konumdakilere göre “anlamsız” olması nedeniyle durumu ifade etmek için belki de aktör gruplarının ismini değiştirerek hikâyeyi anlatmak faydalı olabilir, bir zihin egzersizi olarak, üst düzey empati kurmaktır yöntem belki… konumsal bir yapısöküm ile mevcut “gerçeklik”i oynatmak, özgürlük okumasını yeniden yapmak gereklidir belki de…
Aşağıdaki hikâyenin kendisi doğru, aktörleri kurgusaldır. Siz bu aktörler yerine kimlerin olmasını daha uygun görüyorsanız gerçeklik orada başlar…
“Yıllardan 2013’te, mevsimlerden kış ayında mevcut evrendeki partilerce yürütülen siyaset ve mevcut bürokrasi ile götürülen bir idare içerisinde, nüfusun %50’sini Türkler ve % 50’sini de Kürtlerin oluşturduğu bir ülkedir Türkiye…
Türk ve Kürt nüfus coğrafya olarak homojen bir yerleşkeye sahiptir hatta oransal olarak da her mahallede aşağı yukarı aynı sayıda Türklerin ve Kürtlerin yaşadığı bilinmektedir. Ülke nüfusunu yarıyarıya paylaşmalarına rağmen, Türkler ve Kürtler arasında istihdam, eğitim, siyasal katılım, sosyal güvence, güvenlik ve özgürlük konularında benzer bir sonuç görülmemektedir. Öyle ki Türk idare tarihinde hiçbir Kürt büyükşehir belediye başkanlığı yapamamıştır, ilk defa bir büyük şehir belediye başkanını, Türk önderlerin isteği ile Kürtlerden seçileceğinin ihtimali, tüm yurttaki Kürtler tarafından büyük bir sevinçle karşılanmıştır. Aslında yıllardır Kürt nüfus gerek yerel yönetimlerde gerekse merkezi yönetimde idareci ve yönetici olabileceklerini anlatmaya çalışmış olsalar da uzun bir süre Türkler bu kişileri, hafif bir tebessüm ve iğneleyici bir ifade ile “tabi tabi” diyerek oyalamıştır. Çünkü Kürtlerin de Türkler gibi yönetici olabileceği hiç de akla yatkın olmayıp, Türkler için inandırıcı gelmemiştir. Bir Kürt nasıl olur da büyükşehir belediye başkanı olabilir?… Tabiî oldukça güçtür ama belki aralarından nadiren de olsa cevval birkaç kişi çıkarsa onlar olabilir diye düşünülmüştür, tabiî Türklerden kendilerine yer kalırsa o birkaç kişi bir ihtimal kendilerini gösterebileceklerdir. Gel zaman git zaman içlerinden bazı isimler aday olarak ilan edilmiş ve bu, gururla bir başarı olarak ilan edilmiştir mevcut zaman ve evrende…
Siyasal katılımda eksik temsil edildiklerini iddia eden Kürt nüfus kendilerinin Cumhuriyet tarihi içerisinde en fazla %14 olarak temsil edilmeleri ile yetinmeyip daha fazla meclise girebilmek için yaptıkları çalışmalar tabiî ki Türkler tarafında alay konusu olarak iğneleyici hafif bir tebessümle karşılık bulmuştur. Aslında işin garip tarafı çoğu Kürtler de aslında siyasal alanın Türklerin alanı olduğunu bilip oylarını da bu yönde kullanıyorlardı, fakat bazı Kürtler siyaset içerisinde Kürtlerin bu kadar az olmasını sistematik olarak kendi milletlerinin üzerinde bağımlı bir güç yaratıldığını dile getirseler de, ayrılıkçı ve bölücü bir dil kullanmakla suçlanılmaktadır.
İstihdamda ise Kürtlerin anlaşma yaptıkları Türklerden izin almadan çalışma hayatına katılması yönündeki engelleyici madde 10 yıl önce kanunlardan çıkarılmış olmasına rağmen, günümüzde hâlâ Kürtlerin ortaklık kurdukları Türklerden izin almadan çalışması gelenek ve göreneğe uygun görülmemektedir, aralarındaki bu ortaklığı bitirmek istediklerinde ise Türklerden şiddet görmeleri ve her ay yaşanan onlarca Kürt ölümü gibi ufak tefek meseleleri, yaşamın doğal dengesinde görmemeleri anlaşılır gibi değildir. Kol kırılır yen içinde kalır diye görmeyip dayak yiyince koşa koşa karakola giden bazzı Kürtler, Allah’tan bilinçli ve duyarlı belirli polislerce rapor tutulmayıp evlerine yollanılmıştır. Türkler tarafından tacize, tecavüze uğradıklarını ve şiddet gördüklerini söyleyen Kürtler, geceleri dışarı çıkıp kamusal alanın sahibi olan Türkleri tahrik etmek yerine evlerinde otursalar, Türklerle sözleşme dışı ortaklıklar kurmasalar, kurulan ortaklıklar içerisinde Türklere karşı gelmeseler yani özetle tabiatın doğasına uygun davransalar bunlar yaşanmayacak, herkesin yerini bilmesi gerektiği bir gerçektir. Duygusal Kürt halkının, Rasyonel Türk halkına yönelik esasta bir karşı duruşu yoktur, Kürtler bizim kıymetlimizdir, biz onları el üstünde tutarız onlara şiirler yazarız, dizeler dökeriz ama bir türlü dizini kırıp oturmuyor, bazıları asi oluyor, bölücü oluyor, diğer Kürtleri kandırıyor. O yüzden bu Kürtleri çok okutmayıp başını bağlayacaksın asi olup çıkmasın diye…
Çocuk bakım işlerinin Kürtlerde görülmesi bizim kültürümüzün, değerlerimizin bir gereğidir. Bu nedenle Kürtlerin çalışma hayatına katılmamaları, idareci ve yönetici olup tam gün mesaide bulunmamaları daha mutlu ve sağlıklı bir toplumumuz için temel unsurdur. Geleneklerimiz, göreneklerimiz doğrultusunda Kürtlerin ahlâklı davranıp namuslu bir biçimde toplum kurallarına uymalarını beklemek tabiî ki de toplumdan beklenendir. Özellikle bu konuda ailelerden destek beklenilmektedir. Zira “Kürtü dövmeyen dizini döver” diye boş yere dememişler, aynı mahallede yaşayan Kürtleri ahlâklı bir biçimde yetiştirmez iseniz, bugün mahalledeki liderleri olan Türklere isyan eden Kürtler, yarın gelir devleti yöneten Türklere isyan eder… Allah muhafaza, zira bırakın gelenek ve göreneklerimizi, dinimizde dahi böyle bir şey yoktur, günahtır. Mevcut paraleldeki Türkiye’de birkaç il dışında çoğu ilde Kürtlerin akşamları güvenli bir biçimde, bir mekândan başka bir mekâna geçerken mutlaka yanlarında bir Türk bulunması gerekliliği geleneği hâlâ devam etmektedir. Ortaklık kurdukları Türklerin kendilerini diğer Türklerden koruyup kolladıkları bir düzenden neden rahatsız oldukları da anlaşılamayan bir başka konu olarak biz Türklerin zihnini meşgul etmektedir, zira onlar bizim namusumuzdur!
Velhasıl kelam, insan hakları tartışmalarına hız verdiğimiz, ileri demokrasi anlayışımızla bir çok ülkeye örnek olduğumuz bu dönemde, bu kadar ufak tefek mevzularla insan hakları, özgürlük ve demokrasi tartışmalarımızın hızı yavaşlatılmaya çalışıyor olabilir, bazzı Kürt akademisyen gruplar tarafından, demokrasi paketlerinin içine bu konunun da alınmasının istenmesi, aklıselim bir Türk olarak bana hiç de makul gelmemektedir. Zira her şey olağan koşullarında ilerlemektedir, doğanın dengesine dokunmamak gerekiyor…”
Anlatılan hikâyenin olayları gerçek fakat aktörler boyutu kurgusaldır tabiî ki… “Türk” yerine “Erkek” ve “Kürt” yerine “Kadın” aktörleri koyup hikâyeyi tekrar okuduğumuzda, tüm gerçekliğiyle içinde yaşadığımız ülkenin resmi çıkıyor karşımıza. Doğal haklar çerçevesinde tüm bireylerin eşit haklara sahip olduğu varsayımına karşı yaşamda görülen en büyük tezatlıkları etnik, dinsel ve cinsiyet bazda yaşanan ayrımcılıklar oluşturuyor. Soyut insan hakları kavramının “somut belirli insanların” yani “Türk, Sünni ve Erkek”lerin hakları olarak kurgulanıp sunulduğu siyasal tarihimiz kendi pozisyonel gerçekliğini de bu noktadan oluşturmuştur.
Cinsiyet konusunda yaşanan ayrımcılıklar ve özgürlük ihlâlleri, etnik ve dinsel alanlar ile karşılaştırıldığında en son “görünür” olandır. Görünür hâle gelmemesinin, sorunu varlıksal olarak da yok kılacağı düşüncesi Türk siyasal hayatı içerisinde Kürt sorunu etrafında iflas etmiş bir akıl yürütme biçimi olarak yerini almıştır. Bu sorular eşliğinde bu hikâye, bir zamanlar yok sayılan fakat hâli hazırda varlığı kabul edilen Kürt sorununun aktörleri üzerinden, belki görünmeyen cinsiyet sorununun da varlık kazanması ve görünür kılınması ümidi ile kaleme alınmıştır.
Son yıllarda Kürt sorunu ile hem siyasal hem de entelektüel bir biçimde yakından ilgilenilmesi, problemin varlığının kabul edilmesi ile çözüm önerilerinin sunulması ve politika üretilmeye başlanılması, mevcut “Türk, Sünni ve Erkek” gerçeklik boyutunda bir kayma yaratmaya başlaması olarak da okunabilir. Doğrunun, normalin ve normun artık “Türk”lük olgusuyla belirlenmemesi ayrımcılığın bir boyutu ile mücadelenin başarı ile sonuçlanmasıdır. Etnik ayrımcılık karşıtlığı kadar olmasa da Türkiye’de dinsel boyutlu yaşanan ayrımcılıklar da büyük oranda eleştiri noktası olmaya başlamıştır. Tüm bunların yanı sıra, tüm farklılıkları yatay eksende kesen cinsiyet konusunda yaşanan ayrımcılıklar ise mevcut siyasanın ve siyasal karar alma sürecini etkileyen entelektüel cemaatin hâlâ görmezden geldiği bir konu olarak varlığını sorgulanmaksızın devam ettirmektedir.
“Türk” merkezî pozisyonun sorgulanabilmesindeki başarı, bu sorunun yalnızca karşıt etnik grupların bir sorunu olarak görünmeyip liberal düşünce çerçevesinde “birey” ve “özgürlük” sorunu olarak ele alınmasında gizlidir. Etnik ve dinsel ayrımcılık konusunda Türkiye’nin hem geçmiş hem de mevcut politikasını, dilini ve zihniyetini zamanın ruhuna uygun bir biçimde artık rahatça konuşmayı, tartışmayı başarabilen demokrat ve liberal düşünürlerin, bu konuların yanı sıra cinsiyetten kaynaklı özgürlük sınırlandırmalarını, ihlâllerini, eşitsizliklerini ve insan hakları ihlallerini görmezden gelmeden, mevcut konumlarının dışından bakıp gerçekliği tanımlamaya çalışmaları ve bu konuyu negatif özgürlük bağlamında sorgulamaları bu kadar güç olmasa gerek… Bunu anlayabilmek için kadın olmaya gerek yok zira, Türkiye’deki Kürt sorununun çözümü hakkında düşünüp destek vermek için Kürt olmaya gerek olmadığı gibi, ya da Ermeni sorununu çözmek için Ermeni olmaya veya Alevi sorununu çözümüne destek olmak için Alevi olmaya gerek olmadığı gibi… Temelde insan olmak yettiği için anlayabildik, liberal bir bakış ile buradaki özgürlük ve temel insan hakları ihlallerini gördüğümüz için destekledik, demokrasi paketleri içerisine girmesi için uğraştık… Bu konulara benzer bir biçimde, kadın konusunda yaşanan özgürlük ihlâllerini anlayabilmek, görebilmek ve bu konuyu negatif özgürlük bağlamında sorgulamak bu kadar güç olmasa gerek, ya da bu ümit ile vesselam…