26 Nisan Çarşamba günü gazetelerde şöyle bir haber okuduk: “Adana Büyükşehir Belediyesi ekiplerince, şehrin çeşitli noktalarına izinsiz asılan Arapça tabelalar söküldü. Büyükşehir Belediyesi’nden yapılan açıklamaya göre, vatandaşların şikâyeti üzerine harekete geçen Adana Büyükşehir Belediyesi Zabıta Daire Başkanlığı Denetim Şube Müdürlüğü ekipleri, sığınmacıların yaşadığı bölgelerde bulunan Arapça led ışık, tabela ve posterleri sökerek temizlik yaptı.”
İç İşleri Bakanlığı Göç İdaresi Daire Başkanlığı’nın yayınladığı istatistiklere göre 20.04.2017 tarihinde Adana’da geçici koruma kapsamında kayıtlı olan Suriyelilerin sayısı 153.490. Bu sayı Adana nüfusunun %6.97’sine tekabül ediyor. Kayıtlı geçici koruma altındaki Suriyeli bireylerin sayısının toplam şehir nüfusuna oranı bağlamında bakıldığında Kilis, Hatay, Gaziantep, Mardin, Osmaniye, Şanlıurfa şehirlerinden sonra Adana’nın geldiği söylenebilir. Yalnızca geçici koruma altındaki Suriyeli birey sayısına göre de en çok göç almış beşinci şehir Adana. Bu ana kadar özetlenmeye çalışılan tüm bu istatistikler Adana’da hayatın akışı içerisinde kültürel çeşitliliğin oldukça fazla olduğunu göstermeye yönelikti. Her ne kadar “geçici” koruma altında olsalar da hepimizin yakından takip ettiği gibi Suriyelilerin geri dönebilecekleri bir “ev”leri şu şartlar altında yok. Hayatın kendi akışının hem toplumsal, hem bireysel krizler için en iyi yara bandı olduğu düşünülürse aslında o bölgede yaşayan Suriyelilerin ticarete başlaması oldukça istendik bir durum olarak görülebilir.
Suriyelilerin ticaret içinde yer alması siyaset bilimi ve ekonomi açısından ele alınabileceği gibi sosyal psikoloji açısından da ele alınabilir. Keza sosyal psikolojinin “babası” kabul edilen Allport’un 1954 yılında yayınlanan “Önyargının Doğası” isimli kitabı II. Dünya Savaşı’nın o kapkaranlık gölgesinde önyargı, kalıpyargı ve ayrımcılık kavramları arasındaki farkı irdelemekle kalmaz ayrıca Gruplararası Temas Hipotezi’ni ortaya koyar. Gruplararası Temas Hipotezi, o dönemde yapılmaya başlanan bazı görgül çalışmaların sonuçlarının ve Allport’un gözlemlerinin sonucunda aslında gözle görebildiğimiz bir sosyal değişimi vurgular. Der ki; ne zaman bir birey kendi grubundan olmayan bir dış grubun üyesi ile temas eder, o zaman bu bireyin o dış gruba yönelik önyargı, kalıpyargı ve ayrımcılık düzeylerinde azalma meydana gelir. Savaş sırasında cephede bir arada çarpışmış olan Avrupa kökenli Amerikalı askerler ile Afrika kökenli Amerikalı askerler arasında savaş sonrasında ayrımcı davranışların azaldığının görülmesi, bireylerin farklı etnik kökenlere sahip komşularının olmasının o etnik kökene yönelik kalıpyargılarında azalmaya sebep olduğunu belirtmesi, Avrupa’da bireylerin aynı işyerinde göçmenlerle çalışırken çalışma sürelerine bağlı olarak göçmenlerin hakkını aramada yardım etme davranışlarının artması Temas Hipotezi’ne örnek olarak verilebilir.
Allport, günlük hayatın akışı içerisinde bireyler birbirleri ile ne kadar çok iletişim kurarlarsa karşılıklı olarak birbirlerini bir grubun “üye”si olarak algılamak yerine bir “birey” olarak algılamaya başlayacaklarını söyler ve bu sürecin temelde dört ön koşulunun sağlanması gerekir. Aksi takdirde bu tür bir temas bireylerin dış gruba yönelik önyargı düzeylerinin artması ile sonuçlanabilir. Bu dört ön koşul; tarafların eşit statüde olması, ortak bir amaca sahip olmaları, grupların karşılıklı işbirliği içinde olması ve normların, kuralların ya da otoritenin destekleyici tutumudur. Varolan bu dört koşula baktığımızda Suriyeli bireylerin ticarete atılmalarının neden desteklenmesi gerektiğini görebiliriz. Ticarette “Suriyeli – Türkiyeli” ayrımının olmadığı bir eşit statü söz konusu olacak, karşılıklı işbirliği ile ticaretin ortak amaç olduğu süreç işleyebilecektir. Ancak buradaki dördüncü koşul olan “otoritenin destekleyici tutumu”nun Adana’daki örnekte pek de var olmadığı görülebilir. Otoritenin ya da kuralların destekleyici olmaması bireylerin birbirlerini kabullenmesine yönelik bir normun oluşmasını zedeleyeceği gibi otoritenin tarafgirliğinin beyanı taraflar arasındaki eşit statüyü de tabiri caizse yakıp yıkacaktır. Yukarıdaki alıntıda görülebileceği gibi zabıtalar Arapça olmayan tabelaları sökerek “temizlik” yapmışlar, dolayısıyla grupların birbirlerine yönelik önyargı düzeylerinin artmasına ya da ayrımcı davranışların kabul görülebileceğine yönelik düşüncelerin doğmasına zemin hazırlamışlardır. Şu noktadan itibaren bir grup gencin zabıtanın gözünden kaçan tabelaları indirmeye çalışmayacağının, “onların bitirmediği işi biz bitirelim” demeyeceklerinin pek bir garantisi olduğunu sanmıyorum.
Arapça tabelaların bölgenin “otorite”sini temsil eden bireyler tarafından indirilmesinin, oluşmakta olan kabullenici normu zedelemesinin dışında seçici bir ırkçılık örneği olduğu söylenebilir. Bir bilişsel psikoloji kavramı olan “algıda seçicilik” kavramından evirerek söyleyebileceğimiz seçici ırkçılık, bireylerin yalnızca belirli bir gruba yönelik ırkçılıklarını açık bir şekilde dışarı vurdukları, ancak diğer gruplara yönelik herhangi bir ırkçı davranışta bulunma eylemine sahip olmadıkları durumlar olarak tanımlanabilir. Keza Adana’daki otoritelerin Türkçe dışındaki dillere yönelik tutumlarına yakından bakacak olur isek buradaki tek hassasiyetin Arapça’ya yönelik olduğunu görebiliriz. Misal, 8 Ekim 2016 tarihinde Adana Büyükşehir Belediyesi’nin kendi web sitesinden yayınlanan habere göre Büyükşehir Belediye Başkanı Hüseyin Sözlü bir çocuk bakımevini ziyaret etmiş, çocuklar da onu İngilizce ve Fransızca şarkılarla karşılamış, Belediye Başkanı bu şarkılar karşısında, en azından haberden anlayabildiğimiz kadarıyla, kulaklarını tıkamamış, “bu çocuklara yalnızca Türkçe şarkılar öğretilecek” dememiştir. Adana’da takribî 10 adet “McDonalds” , 9 adet “Burger King”, 13 adet Starbucks, 7 adet “English Home” tabelası olduğu düşünülecek olur ise meselenin pek de “Türkçeyi korumak” temelinde devam etmediği görülebilir. Kuşkusuz şöyle bir itiraz ile karşılaşabiliriz: “bahsettiğiniz markalar dünya çapında olduğu için bunlara bir belediye istese de engel olamaz.” Sanırım o zaman Adana’daki butik işletmelerin isimlerine göz gezdirmemiz yeterli olabilecektir: “Greatwall Chinese Restaurant”, “Pizzaria di Mozza”, “Blackfish”, “Friends Cafe”.
Yalnızca belirli bir gruba yönelik gerçekleştirilen bu ayrımcı tavrın temelinde, mültecilerin var olan kültürü “dejenere” edeceğine dair sembolik bir tehdit algılamanın olması olası. Ancak bu sembolik tehdidin çok da rasyonel temelleri olduğu söylenemez. Keza kaldırılan pankartların bulunduğu bölgenin Suriyelilere ayrılmış olan bölge olduğunu unutmamanın yanı sıra, nasıl ki bugüne kadar Mc Donalds’ın var olması kebabın önemini bir Adanalı için azaltmadıysa, aksine bu çeşitliliğin tadını çıkardılarsa, Suriye mutfağının da getireceği çeşitlilik yalnızca olumlu olacaktır.
Ailesi II. Dünya Savaşı’nda bu ülkeye sığınmış biri olarak da yazıyorum bu yazıyı. Biliyorum ki Türkiye, her kanattan gelen misafirine aynı güleryüz ile hoş geldin diyecektir. O yüzden insanların hayata tutunmak amacıyla gerçekleştirdikleri adımları bir elimizle devirip, neyi koruduğumuz belli değil iken kalkanlarımızı kuşanmamalıyız. Korumamız gereken bu kültürün yüzyıllardır göç aldığını unutmamalıyız.