“Demokrat olan hiç kimse Ukrayna’nın Rusya’dan özgürce ayrılma hakkını reddedemez. Ancak bu hak koşulsuz tanındığında, dil, toprak, karakter ve tarih bakımından birbirine bu kadar yakın olan iki halkın karşılıklı yabancılaşması için her şeyin yapıldığı lanetli çarlık geçmişinden fiilen tamamen ve geri dönülmez bir şekilde kopmak mümkün olur. Lanetli çarlık Büyük Rusları Ukrayna halkının cellatları yaptı ve Ukraynalı çocukların kendi anadillerinde konuşmalarını ve okumalarını bile yasaklayanlara karşı nefreti körükledi.”
Bu sözler Çarlık Rusyasını “halklar hapishanesi” olarak nitelendiren ve bu halkların ayrılmak dahil özgürce kendi kaderlerini tayin etme hakkı olduğunu savunan Lenin’in 28 Haziran 1917 tarihinde partisinin “Pravda” (Gerçek) gazetesinde çıkan “Ukrayna” başlıklı yazısından. Bu yıl NATO’ya üye olmaya niyetlendiği gerekçesiyle Ukrayna’ya karşı savaşı başlatan Putin’den son zamanlarda açık ya da kapalı Lenin eleştirileri ve Stalin methiyeleri duyuluyor olması boşuna değil. 15 cumhuriyetten oluşan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) kurucusu Lenin bu kuruluş sürecinde Stalin’i “Büyük Rus şovenizmi” ile suçlamıştı. Şimdi Sovyetler Birliği’nin dağılmasından hayıflanırken Lenin tarafından SSCB’nin federatif bir yapıda kurulmasının yanlış olduğunu Putin öyle görünüyor ki Stalin’in “Büyük Rus şovenizmi” politikalarını yeniden canlandırmaya çalışıyor.
Elbette 1917’de, gerek Tüm Rusya İşçi ve Asker Şuraları (Sovyetleri) Kongresinin gerekse Kurucu Meclis seçimlerinin hemen öncesinde, “dün erkendi, yarın geç olacak” diyerek 6-7 Kasım gecesi Bolşeviklerin en güçlü oldukları başkent Petrograd’da darbe yaparak iktidarı ele geçirmelerine liderlik eden Lenin’in millet iradesine, ulusların özgürce kendi kaderini tayin hakkına ne kadar saygılı, ne kadar demokrat ve ne kadar samimi olduğu da görüldü. Sovyet veya parlamento seçimleri beklenirse “çok geç” olacağından hareketle, bir gece darbesiyle millet iradesine el koyan Bolşevikler bunu izleyen zorlu iç savaş koşullarında kırsal bölgelerden ve Ruslar dışındaki milletlerden kendilerine destek bulmak zorundaydılar. Bunun için “köylüye toprak” ve “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” sloganlarını kullandılar. Muhtemelen Lenin’in yerinde olsaydı o şartlar altında Putin de aynı şekilde hareket etmek zorunda kalırdı. Bugünün yakıcı sorusu ise, Putin’in pek hevesli göründüğü, Stalin’in demir yumruğu altındaki Sovyetler Birliği’nin “post-modern” bir versiyonu yeniden inşa edilebilir mi? Ne yazık ki gerçeklik duygusunu yitirip politik hırsların gözlere perde indirmedikçe bu mümkün görünmüyor. Bunu görmek için her bakımdan bu kadar pahalı bir maliyet ödenmesine hiç gerek yoktu fakat Ukrayna savaşı belki Putin’in 21. yüzyıl gerçeklerinin idrakine varmasına ya da yerini bunu yapabilecek bir yönetime bırakmasına yol açabilir.
Bazıları olayların tarihî arka planını tüm yönleriyle ve özellikle 20. yüzyılda yaşanan trajediler ile birlikte hesaba katmaksızın, neredeyse Ukrayna halkını Rus halkının ayrılmaz bir parçası olarak görmeye ve göstermeye meylediyorlar. Oysa gerek (Lenin’in yukarıda belirttiği şekilde) çarlık döneminde gerekse bunun ardından Stalin döneminde izlenen baskıcı politikalar sonucu, iki halk arasındaki “yabancılaşma” azalmak bir yana, giderek artıp “düşmanlaşma” boyutlarına kadar varmıştı. Stalin’in “yeni çarlık” döneminde önemli bir kırılma noktası “Holodomor” (1) idi. Rusya’nın “tahıl ambarı” olarak adlandırılan Ukrayna’da Stalin’in zorla kolektifleştirme / kooperatifleştirme politikası sonucu 1932-1933 yıllarında yaşanan büyük kıtlıktan 4 milyon kadar insanın doğrudan, 6 milyon kadarının ise bu koşullarda sağlıksız doğum nedeniyle dolaylı ölümü Ukraynalılar başta olmak üzere dünyada birçokları tarafından soykırım olarak kabul ediliyor.
Bunun ardından, Stalin’in totaliter komünist rejimi altında böylesine acımasız bir kırım yaşayan insanların birçoğu 2. Dünya Savaşı sırasında Hitler Almanyası Moskova önlerine kadar ilerlerken bunu bir kurtuluş fırsatı olarak gördüler. Fakat SSCB’nin Alman işgali altına giren batı ve güney kesimlerinde büyük bir bölümü bu şekilde hareket eden halklar ve azınlıklar bir süre sonra savaşın seyri tersine dönünce, bir kez daha cezalandırılıp toplu katliamlara ve tehcirlere maruz bırakıldılar. Sovyetler Birliği Komünist Partisinin (SBKP) 1956’da yapılan 20. Kongresi kapanırken yapılan gizli oturumda Stalin döneminde yaşanan korkunç gerçekleri ifşa eden yeni lider Hruşçov bu konuda şunları söylüyordu: (2)
“Stalin’in Sovyet devletinin ulusal politikasının […] temel ilkelerine aykırı olarak başlattığı uygulamalar daha da korkunçtur. Topyekun ulusların ana yurtlarından tehcir edilmelerini kastediyoruz. […] Bu, askeri gerekliliklerin zorunlu kıldığı bir tehcir değildi. Böylece, 1943 sonlarında cephelerde durum kesin bir şekilde lehe döndüğünde […] Karaçayların tümünün yaşadıkları topraklardan tehcir edilmelerine karar verildi ve uygulandı. Aynı dönemde, Aralık 1943 sonunda Özerk Kalmukya Cumhuriyeti halkının tümü de aynı akıbete uğradı. Mart ayında tüm Çeçen ve İnguş halkları tehcir edildi ve Özerk Çeçen – İnguş Cumhuriyeti feshedildi.
Nisan 1944’te Özerk Kabardey – Balkarya Cumhuriyeti’nde yaşayan Balkarlar uzak bölgelere tehcir edildiler ve bu cumhuriyetin adı da Özerk Kabardiya Cumhuriyeti olarak değiştirildi. Eğer Ukrayna halkı tehcir edilmediyse, bunun nedeni Ukraynalıların çok kalabalık olup bu halkı tehcir edecek yer bulunamamış olmasıdır. Yoksa Stalin’in onları da tehcir edeceği kesindi.”
Hruşçov’un siyasi hayatının büyük bir bölümünü geçirdiği ve uzun bir süre parti lideri olduğu için yakından tanıdığı, “fiziki olarak mümkün olmadığı için tehcir edilemeyen” Ukrayna halkının 1943-1953 döneminde yaşadığı mezalim öylesine şiddetli olmalı ki 1944’te yerli Tatar nüfus tamamen tehcir edilerek etnik temizlik yapılmasının ardından hızla Ruslaştırılmış olan Kırım bölgesi Stalin 1953’te öldükten hemen sonra, 1954’te Ukrayna’ya herhalde “geçmiş acıların üzerine sünger çekilmesi” beklentisi ile “hediye” edildi. Oysa aynı zamanda, eski ve yeni çarların soykırım ve terör dönemi artık geride kalmış olsa da, SSCB’de zorla asimilasyon politikaları uygulanmaya devam ediyordu.
Bu Ruslaştırma politikaları karşısında SSCB’nin Rus olmayan halkları arasında 1990’larda zincirlerinden boşanmış gibi ortaya çıkan yeniden ulusal uyanış bilinci baraj suları gibi birikmiş olsa gerek. Bu süreç içerisinde elbette milliyetçiliğin çeşitli aşırılıkçı biçim ve türleri de görülebilir. Fakat Stalin döneminin “Büyük Rus şovenizmi” politikalarını yeniden canlandırmaya çalışan Putin ve onun destekçilerinin Ukrayna’ya karşı saldırgan ve yayılmacı Rus politikalarını “neo-nazi, neo-faşist odakları temizleme” gibi bahanelerle aklamaya çalışmaları işe yaramaz. Gerek Varşova Paktına üye Doğu Avrupa ülkeleri gerekse eski SSCB içindeki Baltık devletleri ve diğer ülkeler gibi, Ukrayna bir daha asla “Rus egemenliği” altında yaşamak istemediği konusunda çok kararlı görünüyor. Ukrayna’nın bunun için NATO şemsiyesi altına sığınmak ihtiyacı hissetmesinin öncelikle Moskova’nın suçu olduğu açık. Washington’un gerek doğrudan gerekse NATO aracılığıyla bu konuda izlediği politikaların da, Rusya’nın güvenlik endişelerinin dikkate alınmaması dahil, bir dizi yanlışlık barındırıyor olması bu gerçeği değiştirmez.
Eğer Rusya NATO tarafından kuşatıldığını ve güvenliğinin tehdit edildiğini hissediyorsa, bunun çözüm yolu komşularını “NATO üyesi isen bana düşmansın demektir ve bu da benim için savaş sebebidir” diye tehdit etmek olmasa gerek. Hele tarih boyunca savaşlardan çok çekmiş Rus halkını yeni savaşlar içine sürüklemek en başta Rus halkının çıkarlarıyla bağdaşmıyor. Komşularının NATO şemsiyesi altına girme ihtiyacı duymalarına neden olan güvenlik kaygılarını gidermeye çalışarak barışçıl görüşmeler ve diplomasi yoluyla uzlaşmaya varmaya çalışmaktan başka gerçek çözüm yolu yok.
1945’te 2. Dünya Savaşı sona erdiğinde Stalin’in SSCB – Türkiye ilişkilerinde gündeme Kars-Ardahan ve Boğazlar sorununu getirerek adeta Türkiye’yi NATO’ya ittiği gibi, ülkenin çok-partili demokrasiye geçiş sürecine olumsuz etkide bulunduğu bu günlerde Moskova’da unutulmuşa benziyor. Şimdi de Ukrayna’ya saldırının ardından Finlandiya ve İsveç’in de adeta can havliyle koşarak NATO’ya girmeye çalışmalarından artık gerekli dersi çıkarmak çok zor olmamalı.
NATO üyesi komşu Türkiye’nin bu sorunun en kısa zamanda barışçıl çözüme kavuşturulması için gösterdiği gayret ve oynadığı rol gerek Rusya gerekse Ukrayna tarafından daha iyi değerlendirilmesi gereken eşsiz bir fırsat. Daha fazla zaman, can ve mal kaybına neden olmadan bu savaşa bir an evvel son verilmesi iki dünya savaşının korkunç yıkımlarını yaşamış bu coğrafyanın tüm halklarının acil ihtiyacı. Umarız siyasi liderler 20. yüzyılın acı tecrübelerinin ve bunlardan çıkan derslerin gerektirdiği sorumluluğu yerine getirmekte daha fazla gecikmezler.
Notlar:
(1) Holodomor, Ukraynaca “aç bırakarak öldürmek” anlamına gelen “moriti holodom” kelimelerinden “Holokost” çağrışımı yaptıracak şekilde türetilen bir terimdir.
(2) Hruşçov’un yaptığı bu tarihi gizli konuşmanın tam metni birkaç ay sonra Batılı ülkelerin “Le Monde”, “The New York Times” ve “The Observer” gibi yayın organlarında yayınlandıysa da SSCB’de o dönemde hiç yayınlanmayıp sadece parti toplantılarında okundu ve diğer komünist parti liderlerine de birer kopyası elden verildi. 1964’te Hruşçov’un bir “saray darbesi” ile devrilip yerine Brejnev’in geçmesinden sonra ise tamamen rafa kaldırıldı.