Hükümet döne döne terörle mücadele ederken hukuk devleti ilkelerinden kopmayacağını ve demokratik açılımı sürdüreceğini vurguluyor.
Bunlar iç rahatlatan açıklamalar.
Ne var ki, aynı anda yapılan başka açıklamalar da endişe uyandırıyor. Mesela, “PKK uzantılarının ya da destekçilerinin de bedel ödeyeceği” açıklaması…
Terör örgütlerinin “destekçilerini” cezalandırmak denilen şey, terörle mücadelede daima en çok hata yapılan, hukuk dışına çıkılan kritik nokta olmuştur. Kim örgütün destekçisidir; kim örgütün fikirlerinin destekçisidir? Kim somut olarak örgüte yardım etmiştir; kim uzaktan sempati duymakla yetinmiştir… Alanda mücadele eden güvenlik güçleri için bunu ayırmak zordur ve genellikle yapılan şey, örgütü izole etmek için, ona sempati duyan geniş kitleyi terörize etmek olmuştur. Düşünün ki, bu ülkede Öcalan’a “sayın” dedi diye insanlar yargılanmıştır. Öcalan’a saygı duyduğunu açığa vurmak terör örgütü destekçiliği olarak yorumlanmıştır.
Bu nasıl bir yargıdır ki, insanların ruhlarını kontrol etme, duygularını cezalandırma noktasına gelebilmiştir!
Endişe verici bir başka açıklama ise “terör örgütünün propagandasına izin verilmeyeceği” yolundaki demeçler.
Neden endişe verici?
Çünkü “terör örgütünün propagandasını yapmak” suçunun yorumlanışı konusunda, hem bu açıklamayı yapan siyasi iradeyle hem de birçok yargı mensubuyla demokratik bakış açısı arasında ciddi bir bakış açısı farkı var.
Bugün, on yıllardır sürüp giden demokrasi tartışmalarına rağmen, hâlâ birçok siyaset ve hukuk adamı, PKK’nın neden suçlu olduğunu karıştırıyor.
PKK bir şiddet örgütü ama aynı zamanda (zaman zaman değişiklikler gösterse de) bir siyasi programı, çeşitli siyasi talepleri var. Bu siyasi talepler PPK’yla hiçbir örgütsel ilişki içinde olmayan geniş bir kitlenin talepleriyle de örtüşüyor.
Ve bizim savcılarımız sık sık PKK’nın eylemlerinden dolayı değil, siyasi fikirlerinden dolayı suçlu olduğunu sanıp, onunla benzer fikirler savunanları “PKK propagandası yapmakla” suçlayabiliyorlar.
Oysa PKK’nın suçu, bu fikirlere sahip olmak değil; fikirlerini hayata geçirmek için şiddet yolunu seçmiş olması.
Mesela, özerk bölge talebi PKK’nın ortaya attığı bir proje. Ama aynı zamanda birçok Kürt vatandaşın da savunduğu bir fikir. Şimdi siz, “demokratik özerklik” lafını her edeni PKK propagandası yapmakla suçlarsanız, yani devletin idari yapısını tartışmaya yasak koyarsanız, fikir özgürlüğünü yok etmiş ve düpedüz hukuk dışına çıkmış olursunuz.
Yine, bir gazetecinin yazdığı bir kitap “PKK’nın amaçlarıyla paralellik arz ediyor” diye ya da bir yayın kuruluşu “PKK’nın telkin, arzu ya da tavsiyeleri istikametinde yayın yapıyor” diye o gazeteciyi ya da yayın kuruluşunu terör örgütü üyeliğinden ya da terör örgütüne yataklıktan yargılarsanız, yine fikir özgürlüğünün çanına ot tıkamış olursunuz.
Terör örgütünün propagandasını yapmaktan anlaşılması gereken şey, onun suç olan faaliyetlerinin övülmesi olmalıdır. Yani, şiddet kullanmasının övülmesi, yaptığı baskınların desteklenmesi, cinayetlerinden kahramanlık gibi bahsedilmesi ve benzeri…
Ama PKK’ya karşı olanlar ve onu yargılayanlar bu ayrımı hiçbir zaman yapamadılar. Yöntemle (yani şiddetle) uğraşacaklarına fikri yargılamaya kalktılar. 1999’da Öcalan hakkında düzenlenen iddianamede, örgüt liderini “devletin hâkimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya matuf eylemde bulunmaktan” yani bölücülükten yargılamakla, davayı siyasi bir zemine kaydırmış ve siyasi bir yargılama haline getirmiş oldular. Aynı hatayı hâlâ sürdürüyorlar. PKK her anıldığında terör örgütü nitelemesinin başına eklenen “bölücü” sıfatının anlamı budur. Oysa, demokratik bir düzende bir ülkenin bölünmesini, federatif bir yapı ya da ayrı bir bağımsız devlet kurulmasını savunmak siyasi bir projedir ve suç değildir. Suç olan ülkeyi şiddet yoluyla bölmeye kalkmaktır.
Bugün, girdiğimiz yeni süreçte, hukuk devletinden taviz vermeyeceğini söyleyen iktidarın ve bağımsız yargının bu ayrımı ne kadar yapabildiğinden emin değilim.
O yüzden de endişeliyim.
Bugün, 22.08.2011