Patrik Bartholomeos, bir Amerikan televizyonuna Türkiye’de kendini “çarmıha gerilmiş” gibi hissettiğini söyledi. Bazılarımız da buna çok kızdı.
Bu söz, evet, bence de biraz abartılı. Ama bir “metafor” (benzetme) olduğunu unutmayalım. Dahası, Patrik’e kızmak yerine, dönüp de “bu adam niçin kendini bu kadar zulüm altında hissediyor” diye bir soralım.
İki büyük baskı var Patrikhane üzerinde. Birincisi, 19. yüzyılın ortasında, yani Osmanlı devrinde açtıkları Heybeliada Ruhban Okulu’nu 1971’den bu yana kapalı tutmamız. Bunun bizim için basit bir diplomatik baş ağrısından başka pek bir anlamı yok gibi. Ama Patrikhane için korkunç bir şey.
Neredeyse iki bin yıllık bir kurum, kendisini yaşatacak din adamlarını yetiştirme imkanından mahrum bırakılmış durumda. Biz, önce kanunla dayatmışız, “patrik Türk vatandaşı olmak zorundadır” diye, sonra da Türk vatandaşı Rumların din adamı yetiştirme imkanını yok etmişiz. Sanki “siz de bir an önce ölün de bu iş bitsin” der gibiyiz, 69 yaşındaki Patrik efendiye. Ne büyük ayıp…
İkinci baskı, Patrikhane’nin ismine musallat oluşumuz. Bu kurum kendini yüzyıllardır “ekümenik”, yani evrensel olarak tanımlıyor, dünyanın dört bir yanındaki yüz milyonlarca Hıristiyan tarafından da öyle kabul ediliyor. Ama biz, sanki Ortodoks ilahiyatından çok anlarmışız ve bu işlere burnumuzu sokmaya hakkımız varmış gibi, tutturduk son 15-20 senedir “ kendinize ekümenik diyemezsiniz” diye. Ne büyük haddini bilmezlik…
Bütün bunlar da, “mevzuat” meseleleri yanında, bir takım “endişe”lere, daha doğrusu paranoyalara dayandırılıyor. Yok Patrikhane “Yeni Bizans” kuracakmış, yok “İstanbul’da Vatikan” olacakmış, filan.
Zaten Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm despotlukları bir takım paranoyalara dayanır. “Eğer sokakta Kürtçe konuşulursa ülke bölünür” diye korkar, Kürtçe’yi yasaklar. “Eğer tarikatlar serbest olursa İslami rejim kurulur” der, Müslümanların din özgürlüğünü çiğner.
Oysa herkesin paranoyası kendi sorunudur ve bunlardan yola çıkarak temel hak ve özgürlükler kısıtlanamaz. Örneğin birisi “ben çok korkuyorum, mavi gözlü insanlar ülkeyi bölecek, onun için yılanın başını şimdiden ezelim, bunların hepsini toplayıp sürelim” derse, “tamam, öyle yapalım, sen de rahatlayıver” denmez. “İstersen bir psikiyatra görün” denir.
Sonuçta, Türkiye’nin yapması gereken Ekümenik Patrikhane’nin haklarını tespit etmekten başka bir şey değildir. Bu iktidar, öncekilere kıyasla bu konuda zaten daha açık fikirli, ama artık daha fazla vakit kaybetmemek lazım.
‘PKK realitesini görmek’
Gelelim bir diğer meseleye… Liberal dostum Rasim Ozan Kütahyalı Taraf’taki köşesinde ben dahil bir kaç “liberal sağcı” yazarı eleştirdi, bizi DTP’nin kapatılmasına ses çıkarmamakla, dahası PKK ve Öcalan realitelerini görmemekle eleştirdi.
Ben ise DTP’nin kapatılmasını savunmamış, sadece buradaki “terör örgütü bağlantısı” unsurunun yabana atılamayacağını söylemiştim.
PKK ve Öcalan realitelerine gelince, evet, bence de bunları görmeliyiz ve açılım da bu farkındalık içinde yürümeli. Ama bir şeyi “görmek” ile “tasvip etmek” çok farklı şeyler.
Eğer her siyasi realiteyi tasvip edecek isek, işimiz iş. O zaman, mesela, Ergenekon’u da tasvip etmemiz gerek. Öyle ya, bu örgütün en az PKK’nınki kadar büyük bir tabanı var. Meclis’te PKK’nın DTP’si var idiyse, Ergenekon’un da kapı gibi CHP’si var. Ne yapalım şimdi?
“Liberallik adı altında solculuk yapanlar”ı eleştirirken, tam da buradaki çifte standardı kast etmiştim. Türkiye’deki solcu ezber, devlet despotizmine karşı çıkarken, devlet karşıtı grupların despotizmine göz yumar. “Devlet terörü”nü lanetlerken, devlet karşıtı terör örgütlerine “anlayış” ile yaklaşır.
Böyle yapmanın “vicdani”likle alakası olmadığı gibi, öyle yapmamanın da “tuzukuru”lukla ilgisi yok.
Star, 23.12.2009