Daha önce yazmıştım: Türkiye’nin bugünkü siyasi gündemi “özgürlük, barış ve refah” üçlemesiyle özetlenebilir. Aslında bunlar birbiriyle yakından ilişkili değerler, ama galiba en temel olanı da özgürlük. Özgür bir toplum barışın ve refahın -ve tabii demokrasinin de- varlık şartıdır. Türkiye’de bu teorik doğruyu teyit eden olaylarla her gün karşılaşıyoruz.
Meselâ, Kürt sorunu bir “barış” sorunu olduğu kadar bir özgürlük sorunudur da. Bu sorunun çözülüp barışın tesis edilebilmesi için önce Kürtlerin özgürleşmesi gerekiyor. Ama Kürtlerin özgürleşmesi Türklerin özgürleşmesinden bağımsız değil. Birçok bakımdan Kürtlere göre daha iyi konumda olsalar bile bu Türklerin tam özgür oldukları anlamına gelmiyor. Bu şu demek: Aslında Türkiye’nin bütün yurttaşlarının özgürlüksüzlük sorunu var.
İşte size son zamanlarda yeniden gündeme gelen iki tipik örnek: İfade özgürlüğü ve başörtüsü yasağı sorunu. Bu alanda son yıllarda sağlanan kısmi iyileşmeye rağmen, halâ devletin “kahredici” kılıcı ifade özgürlüğü üstünde sallanmaya devam ediyor. Halâ Türkiye’de gazeteciler ve köşe yazarları yaptıkları haberlerden veya dile getirdikleri görüşlerden dolayı ceza kovuşturmasına tabi tutuluyorlar.
Burada ilginç olan iki nokta var. Birincisi, ceza takibatına uğrayan gazetecilerin büyük çoğunluğunun AKP iktidarının “sivil dikta”ya gittiğinden korkanlardan değil de, hükümetin “yandaş”ı olduğu iddia edilenlerden oluşması. Bu olgudan hareketle, hükümetin “sivil dikta”nın acısını medyadaki sert muhalifleri yerine kendi “yandaşları”na tattırdığı sonucuna varmak mı, yoksa “yargı”nın şahsında, hükümete rağmen işleyen bir “devlet”in varlığına hükmetmek mi doğru olur dersiniz?…
İkinci ilginçlik, takibata uğrayan söz konusu gazetecilerin hemen hemen hepsinin “Ergenekon” komitacılığı hakkında haber yapmakla maruf olmalarında. Yaptıkları haberlerle yargıyı etkiledikleri gerekçesiyle kovuşturulan gazetecilerin durumuna şaşırmazdık, eğer aynısı yargıyı başka konularda “etkileyen” gazeteler ve gazeteciler için de yapılsaydı… Bu durum acaba, devlet içindeki çetecilerin yargılanmasından hoşnut olmayanların yargıda çoğunlukta olmasından mı kaynaklanıyor? Eğer öyleyse, hükümete rağmen işleyen “devlet” kavramına, başka unsurlar yanında, yargının da dahil olduğu sonucuna varmak gerekir.
Başka bir özgürlük sorununa, başörtüsü yasağına bakalım. Burada da, son vardığım yargıyı destekleyen tuhaflıklar var. Üniversitelerde “başörtüsü yasağı”, malum olduğu üzere, anayasal ve yasal temeli bulunmayan, Anayasa Mahkemesi’nin uydurmuş olduğu keyfi bir yasaktır. Keyfiliğine rağmen bu kadar uzun zamandır uygulanabildiğine göre, bu yasağın da arkasında güçlü bir “devlet” desteği olması gerekir.
Nitekim öyle. Anayasa Mahkemesi’nin icat ettiği bu nevzuhur yasak lâikliğin Anayasa’nın “değiştirilemez” bir hükmü olmasına, “kanun önünde eşitlik”i öngören Anayasa hükmüne ve hatta eğitim özgürlüğünü engellemenin suç teşkil etmesine rağmen, bugüne kadar başta Danıştay olmak üzere diğer yüksek mahkemelerin, YÖK ve üniversitelerin, silâhlı kuvvetlerin, CHP politbürosunun ve büyük medyanın desteği sayesinde ayakta kalabildi. Türkiye’de “Devlet” dediğimiz şey de zaten bu saydığım unsurlardan oluşuyor. Bu “Devlet”in halkın talep ve beklentilerinden ve demokratik siyasal sürecin işleyişinden etkilenmeyen “özerk” bir varlık olması da Türkiye’nin cari sisteminin karakteristik bir özelliğidir.
Bunun tercümesi şudur: Türkiye’de “iyi” olan ne varsa bunu “Devlet”e rağmen yapmak zorundayız. Bilmem, bunu halâ anlamamış olanlarımız var mı?…
Star, 09.10.2010