Türkiye’de yüzyıllık devlet kültürünün refleksleri devreye giriyor ve bazı siyasi aktörlerin yargı ve norm kumpaslarıyla siyasetin dışına itilmesinin imkânları zorlanmaya çalışıyor. Buna ilişkin son örneği Sayın Kılıçdaroğlu’nun 12 Eylül 2010 referandumunda oy kullanamamasından hareketle önümüzdeki genel seçimlerde aday olamayacağı tartışmalarında gözlemlemekteyiz. Hatırlanacağı gibi, Kılıçdaroğlu sandık seçmen kütüğünde kaydı yer almadığından dolayı 12 Eylül 2010 referandumunda oy kullanamamıştı.
Şimdi buradan hareketle Kılıçdaroğlu’nun bu genel seçimde oy kullanamayacağı ve milletvekili adayı olamayacağı ileri sürülmektedir. Gerekçe ise Anayasa’nın Geçici 16. Maddesi. Bu maddeye göre Anayasa’nın halkoylamasına ilişkin oy verme kütüğünde ve sandık listesinde kaydı ve oy kullanma yeterliği bulunduğu halde hukukî veya fiilî herhangi bir mazereti olmaksızın halkoylamasına katılmayanlar, Anayasa’nın halkoylamasını takip eden beş yıl içinde yapılacak genel ve ara seçimleri ile mahallî seçimlere ve diğer halkoylamalarına katılamazlar, seçimlerde aday olamazlar. Öncelikle bir hukuksal değerlendirme yapalım: Bu maddede yasaklamanın dayandığı koşullardan biri “oy verme kütüğü” ve “sandık listesi”nde kaydı bulunmaktır. Medyada yer alan açıklamalara bakıldığında Kılıçdaroğlu’nun “seçmen kütüğü”nde kaydı var. Ancak sandık listesinde yok. Kural yasağın devreye girebilmesi için “ve” bağlacıyla her iki halin birlikte gerçekleşmesini zorunlu kıldığına göre ve bu koşullardan biri de eksik olduğuna göre yasaklamanın onu kapsadığından söz edilemez.
Adı üstünde ‘geçici madde’
Sözü edilen kural bir “geçici” maddedir. Geçici maddeler sonsuz geçerliliğe sahip değildir. Bir defa uygulanmak suretiyle tükenirler. Yürürlükte kalmış olması bu gerçeği değiştirmez. Örneğin “x kuralı, y tarihinde yapılan seçimlere uygulanmaz” biçimindeki bir geçici kural, yalnızca “y” tarihli seçim için geçerlidir. Bu tarih geçtikten sonra, kural anayasa metninde dursa dahi uygulama kabiliyetini tüketmiştir. Kuşkusuz bu saptama “yasaklayıcı-geçici” maddeler bakımından geçerli değildir. Çünkü geçici bir madde belirli bir dönem için veya sonsuz yasaklama içerebilir ve sonuçta geçicilikten çıkabilir. Her ikisi de darbe ürünü olan 1961 ve 1982 Anayasalarının darbecilerin ve onların tasarruflarının yargılanmasını yasaklayan ve demokratik siyasete yasaklılıklar getiren geçici maddeleri bunlara örnektir.
Anayasanın tartışma konusu Geçici 16. Maddesi’nde “Anayasanın … halk oylamasına katılmayanlar”dan söz edilmektedir. Bu madde Anayasa taslağının Danışma Meclisi önerisinde yer almadığı halde, darbeci beş generalin oluşturduğu Milli Güvenlik Konseyi tarafından eklenmiştir. Yani tarihi 1982’dir ve “Anayasanın oylanması”ndan söz etmektedir. Anayasanın oylanması ile Anayasa’da değişiklik birbirinden farklıdır. Değişiklik Anayasanın 175. Maddesi’nde düzenlenmekte ve bu madde Anayasa değişikliklerine ilişkin kanunların halkoyuna sunulması ifadesini kullanmaktadır. Nitekim ilgili 3376 sayılı Kanun da aynı adı taşımaktadır.
Bu nedenle sözü edilen düzenleme, yalnızca 1982 yılında yapılan Anayasa’nın tümünün referanduma sunulduğu 7 Kasım 1982 günündeki halk oylamasıyla ilgilidir. 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan referandum, Anayasa’nın kimi hükümlerinin değiştirilmesinin oylandığı, 1987, 1988 ve 2007 tarihlerindeki referandumlar gibidir. Buna ilişkin tek yaptırım hükmü 3376 sayılı Kanunun 6. Maddesinin 2. Fıkrasında belirtilen para cezasıdır. Hukuki açıdan bu tartışmayı ileri götürmek abestir.
Siyasal analiz: Ancak bu yasaklılık iddiasının ağırlığı daha çok siyasal nitelikte olduğundan, siyasal değerlendirme zorunlu görünmektedir. Bu iddianın temelinde esas itibariyle yüz yıllık devlet kültürünün geleneksel refleksi yatmaktadır. Bu refleks 27 Mayıs Darbesi’yle birlikte Anayasal düzeyde kurumsallaşmış ve Anayasal düzenin özünü ve felsefesi oluşturan anti-siyaset refleksi, yani siyasete ve siyasal işleyişe karşı kimi zaman kuşku, kimi zaman da düşmanca tavır refleksidir. Türkiye’de anayasal ve yasal harita ile bu eksende geliştirilen yargısal pratikler bunun hukuksal zeminini oluşturmakta, kimi zaman siyasal operasyonların aracı olarak işlemektedir. Geçici 16. Madde de bu araçlardan biridir.
Yargı içi operasyonlar
Buna ek olarak yargı kararıyla sistemin normları gerekçe gösterilerek siyaseten yasaklı hale getirilmiş isimlerle ilgili bir çalışma yapıldığında toplumun neredeyse yüzde 90’ının bu yüzyıllık anti-siyaset refleksinin mağduru olduğu açıkça görülür. En son Hasan Celal Güzel, Recep Tayyip Erdoğan, Nazlı Ilıcak, Orhan Miroğlu, Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk örnekleri hafızalardadır. Recep Tayyip Erdoğan’ın özel gayretlerle yürütülen “yargı içi operasyonlarla” siyasetin dışına nasıl itildiği de hafızalardan silinmiş değildir.
Bu iddianın birinci hedefi Kılıçdaroğlu’nun tasfiyesiyle birlikte demokratik siyasetin CHP’de etki yaratabilme imkânını boğmaktır. Hedefte aynı zamanda 2010 referandumunda çeşitli siyasal gerekçelerle demokratik hakkını “boykot” yönünde kullanan kimi entelektüeller ile BDP yöneticileri ve toplumsal tabanı da yer almaktadır. YSK üzerinden yeni bir siyasal tasfiye hareketinin başlatılması, demokratik gelişimin hayat damarının kesilmesi, ardından üretilen “haklı” tepkilerin siyaset kurumuna yönlendirilmesiyle ülkenin kaosa sürüklenmesi gibi bir beklenti bu iddiaların temelinde yer almaktadır. Bunu görmek için biraz feraset yeterli olur. Buna pratik sonuçları itibariyle referanduma katılmayan yüzde 29’luk seçmenin siyaseten yasaklı hale gelmesini de eklemek gerekir.
Siyaset dünyası ve toplum, 2010 referandumuyla elde edilen demokratik siyaset olanaklarının tekrar, toplumda bazı kesimlerin haklı tepkilerini araçsallaştıracak derin operasyonlarla yok edilmesi teşebbüsleri karşısında dikkatli olmak zorundadır. Kılıçdaroğlu üzerinden yürütülen bu operasyonun onunla birlikte Türkiye’nin kazandığı demokratik ivme ve toplumsal eksenli siyasetin yok edilmesini amaçladığı ortadadır.
Buna karşı alınacak tedbirlerin başında, yeni Anayasa konusunda tüm siyasi partilerin ortak bir tavır alması, anti-siyaset üzerine kurulu darbe düzeneğinin, toplumu merkeze alan, uzlaşı ve müzakereye dayanan demokratik bir Anayasayla ikame edilmesi hedefinin toplumla paylaşılması yer alır. Bu şekilde toplumdaki fay hatları üzerinden operasyonlarda bulunma imkânını demokrasi karşıtı aktörlerin elinde almak, toplumun ve siyasetin dikkatini pozitif bir kuruculuk olan yeni anayasaya yönlendirmek mümkün olur.
Unutulmamalıdır ki, 2010 referandumuyla toplumun kendi siyasetini Türkiye’ye egemen kılma imkânı doğdu; ancak asker, sivil ve yargı bürokrasisi ve bunların yüzyıllık tarihsel süreçte ürettiği derin ilişkiler ağı olduğu gibi durmaktadır. Ve bu Türkiye’de tüm siyasi partilere, dünyayla rekabet eden sermayeye, işçi sınıfına, toplumsal barışı isteyen tüm kimlik ve kültürlere, kısacası tüm Türkiye’ye zarar vermektedir.
Yeni Anayasa konusunda aktif ve yapıcı tutumun benimsenmemesi, tüm siyasi partilerin yüz yıllık devlet kültürünün referanslarıyla yürütülen gündelik anti-siyasetin karanlık labirentlerinde kaybolması riski yaratır. Bu risk, barışımızın imkânı olan demokratik siyasetin sistem tarafından boğulması riskidir aynı zamanda… Buna izin verilmemeli.
Star, 13.11.2011