Osman Can – Bireysel başvuru neden rahatsız ediyor

Yargıya ilişkin tuhaf tartışmalar, yerini tuhaf tutumlara bırakmaya başladı. Geleneksel darbeci devlet kültürünün kabulleri ‘hukuk’ diye sunulunca, bu kabullerin dışında herhangi bir hukuk tasavvuru olmayanlar, hukuk devletinin zedelendiği görüşünü yoğun bir şekilde dile getirmeye başladılar. Çünkü bu değerli hukukçu ve aydınlarımıza göre hukuk devleti 1961 Darbe Anayasası’yla üretilen şey ne ise onun adı olabilir ancak. Yine onlara göre yargı bağımsızlığı da, yargıçların seçimi veya atamalarında demokratik temsilcilerin hiçbir katkısının olmaması ve bu alanın bütünüyle 27 Mayıs Darbesi’nin steril hale dönüştürdüğü bürokratik iç iktidarlara bırakılması biçiminde anlaşılmak zorunda. Bu şekilde yargıya, demokratik iktidarlara karşı ‘devlet’in ve devletin üzerine oturduğu ideolojiye taraftar olanların muhalefet aracı olarak baktıkları çok açık. Hal böyle olunca, yargıda çoğulculaşma, yargının ele geçirilmesinden başka bir şey olamaz. Bireysel başvuru da ‘ele geçirilmiş’ bulunan Anayasa Mahkemesi eliyle ‘yargı’nın bütünüyle kuşatılması anlamına gelecek. Çoğulculaşmadığı için devlet ideolojisinin savunusunu üstlenen bir kurumun ‘yargı’ olarak, anayasasıyla birlikte yasaları demokratik temsilciler tarafından yapılmamış bir ülkenin “demokratik hukuk devleti” olarak tanımlanmasına çağdaş dünya şaşkınlıkla bakar. Akıl dışı görür. Zira demokrasinin en temel ilkelerine karşı tek partici ve darbeci bir düzeni savunurken, onlara dokunmama yemini edilirken demokrat olunmaz. Yargıyı ayrımsız bir şekilde özgürlüklerin güvencesi görmek yerine devlet ideolojisinin bekçisi olarak görmekle, yargı bağımsızlığı ve hukuk devleti de savunulmaz.

Özellikle baro başkanı sıfatını taşıyanların ortak bildirilerle aynı akıl dışılığı savunması acıma duygusu uyandırmaktan öteye zarar da vermektedir. Çünkü akıl dışı ve sağlıksız her bir tepki veya muhalefet minimum akılcılığa dikkat eden muarızlarını haklı kılarken, aynı zamanda bu haklılık gerekçesiyle haksız uygulamaların da dikkatten kaçmasına neden olabilmektedir. Her defasında darbeci hukuk ve yargı düzenini savunanlar tarih dışında kalırken, Türkiye’de akla dayanan bir yeniden inşayı da zora sokmaktadırlar.

Bireye hak arama imkanı

Bireysel başvuru konusundaki akıl dışılığa ilişkin bir önceki (19.01.2011) yazımda bu hukuksal kurumun temelinde yatan esprinin tarihsel arka planına ilişkin değerlendirmelerde bulunmuştum.

Bireysel başvurunun hak arama düşüncesi ilk örneğini Kutsal Roma Germen İmparatorluğu Mahkemesi uygulamasında bulduğunu belirtelim. 1820 Viyana Sözleşmesi’ne dayanılarak 1849 Paul Kilisesi Anayasası’na kurumsal olarak eklenen bireysel başvurunun örnekleri bununla sınırlı değil. 1818 Bayern Krallığı Anayasası’nın X. Bölüm 5. Maddesinde de bu kuruma yer verilmiş. Kuşkusuz ki bu ilk örneklerin günümüz uygulamalarından önemli farkları vardır. Yargısal kurumlardan umduğunu bulamayan vatandaşların kimi zaman politik, kimi zaman idari bir birime şikâyette bulunmasına imkân veren bu uygulamaların benzerinin Osmanlı’daki iz düşümleri üzerine bir çalışma herhalde ilginç sonuçlar doğurur.

Kabul edelim ki bireysel başvurunun Almanya’da kabul edilmesi de pek kolay olmadı. 1945 sonrası Alman Anayasası’nı hazırlayan Parlamenter Konsey çalışmalarında, devletin tüm işlem ve eylemlerini hukuksal denetime tabi kılan genel hükümler varken, ayrıca bireysel başvuruya ihtiyaç olmadığı tartışmaları yapıldı. Sovyet işgali dışında kalan eyalet bakanlarının talebiyle bir araya gelen uzmanlar kurulunun hazırladığı metinde (Herrenchiemseer Konvent) yer almasına rağmen, bireysel başvuru başlangıçta Alman Anayasası’na konmadı. Bu anayasa çalışmasına “Stalinist” sol kanaat önderlerinin kuşku ve itirazla baktığını da not etmekte yarar var. Gerekçe ise çok tanıdık: Bununla müttefikler tarafsızlığımızı zedeliyor. Yani anayasa çalışmasının içeriği değil, bu çalışmanın arkasında veya içinde kimin oluşu…

Yine de Parlamenter Konsey’in hazırladığı anayasada “Anayasa Mahkemesi yasayla verilen diğer konularda da yetkilidir” ifadesiyle bireysel başvuruya kapı aralandı; 1951 tarihli Anayasa Mahkemesi kanunu ile yasalaştı. Bu aşamada da yaşanan yoğun direnişler “Temel hakların korunması Anayasa Mahkemesi’nin görev alanına girmezse, Mahkeme en temel işlevlerinden birisini kaybeder” görüşünün ağır basmasıyla aşıldı.

Kavram çarpıtması

Başlangıçta anayasada yer almayan bireysel başvuru 1969 yılında gerçekleştirilen değişiklikle anayasal bir kurum haline geldi. Ancak bunun hikâyesi oldukça öğreticidir: 1968 yılında gerçekleştirilen anayasa değişiklikleriyle sıkıyönetimin anayasal temeli yaratıldı ve bireysel özgürlüklerin ileri düzeyde sınırlandırılabilmesi yetkisi tanındı. Ayrıca zorunlu askerlikle birlikte devletin silahlı orduya sahip olması imkânının yaratılmış olması da ciddi bir rahatsızlık uyandırdı. İşte bunu dengelemek için bir yıl sonra 1969’da iki anayasa değişikliği yapıldı. Bunlardan biri, devlet organları dâhil olmak üzere demokratik özgürlükçü düzeni ortadan kaldırmaya kalkışan herkese karşı, başka türlü imkân kalmadığı takdirde direniş hakkı tanıyan düzenlemeydi. Anayasanın 20. Maddesindeki bu düzenleme, özgürlükçü demokratik düzeni ortadan kaldırma teşebbüslerine karşı “direnme hakkı”nı tanımaktaydı.

İşte bireysel başvuru bu doğrultuda yapılan ikinci değişiklikle anayasaya eklendi. Çünkü yetkileri arttırılmış orduya ve bürokratik yapılara karşı, parlamenter demokratik temsile dayanan bir Anayasa Mahkemesi’ne müracaat ederek temel hak ve özgürlüklerin korunmasını sağlamak çok önemliydi. Böyle bir kurum ‘yasa’ya bırakılamaz, doğrudan doğruya anayasaya eklenmeliydi. Zira sıkıyönetim ile yasama faaliyetlerinin doğası değişmekte ve yasal güvencelerin yetersiz kalma riski ortaya çıkmaktaydı. Kısacası bireysel başvuru devlet bürokrasisinin güç kazandığı bir anda, onu dengelemek üzere kabul edilmiş bir kurumdur.

Türkiye’de ki tartışmalar ise Orwelci kavram çarpıtmalarını anımsatıyor. Bireysel başvuruyla birlikte özgürlükler için kabul edilen “direnme hakkı” Türkiye’deki kimi çevreler için 27 Mayıs Darbesi, 28 Şubat, 27 Nisan muhtıralarını meşrulaştıran veya darbe düzeninin genetiğine dokunan yasama çalışmalarını engelleyen bir kavrama dönüşebiliyor. Militarist-darbeci düzenin demokrasiye karşı direnmesini özellikle Alman Anayasası’ndan örneklerle temellendirmeye çalışmanın nasıl anlaşılması gerektiği konusunda aklın çaresiz kalacağı çok açık.

Zihniyet bu olunca, “Alman Anayasası’nı örnek aldık” iddialarına rağmen, 27 Mayıs darbesinin ürünü olan 1961 Anayasası’nda, bireysel başvurunun neden kabul edilmediği sorusu da cevaplanmış oluyor. Darbeci bürokratik vesayet organları, parlamentarizmin ve özgürlüklerin koruyucusu olabilecek bir Anayasa Mahkemesi yaratmazlardı herhalde, hele kendilerinin denetlenmesine imkân veren bir kurumu anayasaya koymazlardı.

Batı demokrasilerinin ürettiği tüm değerli kavramların çarpıtılarak militarist-darbeci düzeni koruma gerekçesi yapılması, 1961 ve 1982 Darbe Anayasalarının kendilerini “demokratik, laik sosyal hukuk devleti” olarak tanımlamalarından daha gülünç değil! Yüksek Mahkeme başkanlarının da özgürlükler lehine olabilecek her bir tasarrufu anayasaya aykırı görmeleri şaşırtıcı değil! Düzen bu olunca, mantığı da böyle işler!

Star, 04.02.2011

 

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et