Bireysel başvuru kurumunu öngören Anayasa değişikliklerinin 2010 referandumunda kabul edilmesinin ardından Anayasa Mahkemesi Yasa Tasarısı Meclis’e sunuldu. Şimdi bu tasarıya ilişkin ilginç tartışmalar yaşanmaktadır. Bazıları kurumun varlığını tartışırken, bazıları da bireysel başvuru kurumunun en tipik ve olağan sonucunu olan “kaldırma” (iptal etme) yetkisini Anayasaya aykırı bulabiliyor.
Bir kere bireysel başvuru 2010 Anayasa değişikliklerinin en önemli yeniliğidir. Artık bir anayasal kurumdur ve anayasanın zorunlu kıldığı bir inceleme yöntemidir. İkinci olarak bireysel başvuru yolunda tüm diğer yüksek mahkeme kararlarının geçersiz kılınabilmesi bu kurumun en tipik sonucudur. Yüksek mahkemelerin temel haklara aykırı bir kararı bireysel başvuru yoluyla ortadan kaldırılamayacaksa, bu kurumun hiçbir anlamı yok zaten. Avusturya örneğini dışarıda bırakırsak, Anayasa şikâyetini kabul etmiş Avrupa ülkelerinde bu “tipik” sonuç kabul edilmiş durumda. Bireysel başvurudan söz edildiğinde Avusturya’nın neden hiçbir ülke tarafından örnek alınmadığını bu saptamaya bakarak anlayabiliriz. Üçüncü olarak yüksek mahkeme kararlarının kaldırılmasının sonucunun sanki ilk defa Türkiye’de ortaya çıkıyormuş gibi tartışılması da oldukça ilginç. Çünkü 2004 tarihli Anayasa Mahkemesi reform önerisi sırasında da yoğun olarak tartışılmıştı. O zaman da yüksek mahkeme başkanları aynı gerekçelerle itiraz etmişlerdi. Yine bireysel başvuru ile ilgili Türkçe yazılmış tüm çalışmalarda yüksek mahkeme kararlarının “kaldırılacağı” bilgisine rastlamak mümkün. Daha doğrusu çalışmalar bunun üzerine kurulu. Çünkü bireysel başvuru zaten bu temel bilgi nedeniyle ilgi çekici ve anlamlı… Ancak anlamlandıramadığım husus, kimi yargıç ve yazarların 150 yıllık anayasa ve yargı tarihi bilgisini göz ardı ederek kendilerince bir yargıya ulaşmaları, hatta Anayasaya aykırılık iddiasını dile getirmeleridir.
Anayasa şikâyetinin önemi
Bireysel başvuru, diğer adıyla “Anayasa şikâyeti” devlet ile birey arasındaki ilişkide paradigma değişikliğine yol açan temel bir kurumdur. Anayasacılık tarihinde kralın yetkilerinin bir meclis lehine sınırlandırılması, özellikle vergi salınması ve bütçe onayının meclise tanınması birinci aşama olarak kabul edilirse, ikinci aşama egemenliğin kaynağının halka ait olması, üçüncü aşama bu egemenliği halk tarafından kullanılması, yani demokratik katılım sisteminin kabul edilmesi olarak sıralanabilir. Yasama-yürütme-yargı arasındaki erkler ayrılığı tartışmasını bu aşamalarda bir yere koyabiliriz. Ancak bireysel başvuru kurumu tüm bu aşamaların dışında bir yerde konumlandırılmalıdır. Çünkü bireysel başvurunun temel esprisi, mevcut yargı yollarına bir yenisini eklemek değildir. Denetimi yapılmış bir işlemin, aynı yargı yolunun öngördüğü temyiz kurallarına göre yeniden incelenmesi değildir. Devletin yargı bürokrasisinin öteden beri sahip olduğu “iktidara” yenisini eklemek değildir. Bireysel başvuru kurumunu kabul etmiş ülkelerde Yargıtay ve Danıştay benzeri yüksek mahkemeler var olmaya devam etmektedir. Ve Anayasa Mahkemesi onların yaptığı “temyiz” işini tekrarlama yetkisiyle donatılmıyor. O halde bireysel başvurunun anlamı ve işlevini başka bir yerde aramak gerekir.
Bireysel başvurunun ortaya çıktığı ve dünya çapında etkinlik kazandığı ülke kuşkusuz ki Almanya’dır. Almanya tarihi bize bu kurumun anlam ve işlevini açıklayabilir.
Anayasa Şikâyeti Kurumu, 1849 Paul Kilisesi Anayasası’nın 126 ve devamı maddelerinde öngörülmüştü. Almanya’nın birliğini sağlamayı amaçlayan bu anayasanın 1848 devrimlerinin bir ürünü olduğunu, sosyal ve liberal güçlerin etkin bir şekilde belirlediği bir anayasa olduğu tarihçilerin bilgisi dâhilindedir. Ancak devrimlerin etkisi azalırken bürokratik ve feodal egemenler meşruiyetlerini halkın hazırladığı bir anayasadan almayı içlerine sindiremediler, halkı “kurucu” olarak kabul etmediler. Bu anayasayı hazırlayan Frankfurt’taki Paul Kilisesi Meclisi dağıtıldı. Bireysel başvuruyu öngören özgürlükçü bir anayasa yerini otoriter-bürokratik eksenli anayasalara bıraktı.
Avrupa’da bireysel başvuru
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan, ancak yargı başta olmak üzere devlet bürokrasisi konusunda mutlak bir körlükle malul 1919 tarihli Weimar Anayasası böyle bir kurum öngörmedi. 1848 ruhuna sahip çıktıklarını ileri süren bu dönem aktörleri, bayrak ve marş gibi semboller konusunda bu ruhla temasa geçerken, devlet aygıtının demokratikleştirilmesi ve özgürlüklerin güvenceye kavuşturulması konusunda herhangi bir adım atmadılar. Atamadılar, çünkü devlet (generaller) “sorumluluk sizin” derken, iktidarın değil savaşın sorumluluğunu kastetmişlerdi. Bu nedenle devlet demokratik bir parlamentoya kavuşurken, parlamentonun veya yurttaş girişimlerinin yargı, askeri ve sivil bürokrasisini denetleme araçları yaratılmadı. Siyasi aktörlerin yetersizlikleri, öngörüsüzlükleri, bürokrasiye karşı öğrenilmiş çaresizlik durumları bu sonuçta etkili oldu denebilir. Sonuç ise başta yargı olmak üzere devlet bürokrasisinin parlamentoyu, ardından özgürlükleri yok etmesi oldu.
Eyalet düzeyinde 1919 sonrasında Bayern Anayasası’nda bireysel başvuru öngörülmüş olmakla birlikte, yalnızca idari işlemlerin iptal edilebilirliğini kapsadığından beklenen sonuç ortaya çıkamazdı.
Almanya deneyimi, temel hak ve özgürlükler bakımından yargının en az ordu veya polis kadar tehdit oluşturabileceğini, hatta “adalet” duygusunu yok ettiğinden daha yıkıcı olabileceğini gösterir.
Bu nedenle savaş sonrasında erkler ayrılığı ilkesinin, etkin yargısal yolların kabul edilmesi ve parlamentonun etkinliği tek başına yeterli görülmedi. Yargı dâhil olmak üzere devlet aygıtının bireylerin temel hak ve özgürlüklerini ihlal etmesi durumunda kurumlar üzerinden değil, doğrudan doğruya bireyin yargı sisteminin en tepesinde yer alan bir kuruma müracaat etmesi esası benimsendi. Ancak bu dahi tek başına anlamlı değil. Bu kurumun tipik bir devlet aygıtı olmaktan çok bireyler ile devlet arasında bir yerde konumlanmasıdır, bu kurumu tarihsel olarak anlamlı kılan… Bu nedenle Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yetkisi verilirken, Mahkeme üyelerinin tamamının Parlamento’nun iki kanadınca seçilmesi esası benimsendi. Mahkeme ne tamamen siyaset, ne de tamamen yargı kurumu olacaktı. Bu mahkemenin temel görevi, parlamenter demokratik sistemle bireysel özgürlükleri devletin yüksek mahkemelerine, askeri ve sivil bürokrasisine karşı güçlendirmek suretiyle yapacaktı. Bunun en etkin yolu ise Yargıtay ve Danıştay kararlarının iptal edilebilirliğiydi. Batı bunu yaptı ve kaos olmadı. Aksine demokratik bir hukuk devletinin inşası mümkün oldu.
Özgürlükler söz konusu olduğunda bireyi temel alan uygar dünyanın önceliği yüksek mahkemeler dengesinin korunması değil, özgürlüklerin yüksek mahkemelere karşı da korunmasıdır. Bu dünyada yüksek mahkemelerin özgürlüklere karşı ayrıcalığı yoktur!
Bir sonraki yazıda Alman düzenlemesinin analizi ve sonuçlarını ele alacağım.
Star, 19.01.2011