Türkçede ‘takiyye’ diye bir kelime var. Arapça kökenli bu sözcük, Doğan Büyük Türkçe Sözlüğe göre üç anlama sahip: 1) Sakınma, korkma, 2) Mezhebini gizleme, 3) Siyasî görüşünü veya düşüncesini saklama. Bir zamanlar bu kelime özellikle ulusalcı-Kemalist kesim tarafından, ayrım yapmaksızın, tüm dindar-mütedeyyin kişi ve gruplar için, ‘takiyye yapıyorlar’ biçiminde kullanılırdı. Bununla anlatılmak istenen, bu söz kendisi için sarf edilenlerin açıklamadıkları, gizledikleri bir amacının olduğuydu. Takiyye kelimesi şimdilerde neredeyse tamamen unutuldu.
Takiyye kelimesinin, tamamen orijinal manasında değilse de, yakın bir anlamda daha seküler bir bağlamda da kullanılabileceği önemli bir bilimsel çalışmayla ortaya çıkartıldı. İktisat profesörü Timur Kuran, İngilizce kaleme aldığı ve Türkçeye ‘Yalanla Yaşamak: Tercih Çarpıtmasının Sonuçları’ adıyla çevrilen (Yapı Kredi Yayınları) bir çalışmasında, birçok ortam örneğinden de yararlanarak, insanların niçin ve nasıl gerçek fikirlerini ve kanaatlerini sakladıklarını ve bunun toplumsal sonuçlarının neler olduğunu araştırdı.
Meraklılara bu kitabı okumayı tavsiye edip, yazının asıl mesajına geleyim. Kuran’ın çalışması, insanların, gerçek fikirlerini açıkladıkları vakit kötü şeylerle karşılaşmaları ihtimalini sezdikleri-bildikleri zaman, onları saklayacaklarını ve hatta, gerçek fikirlerine ters olsa da, söylemeleri uygun olacak fikirleri dile getireceklerini söylüyor. Kötü şeyler, siyasî-organizasyonel baskıyla muhatap kılınmaktan kınanmaya, dışlanmaya, arkadaşların kaybedilmesine kadar uzanabilir. Baskıcı rejimler yahut kırılgan his ve arkadaşlık ortamları insanları tercihlerini çarpıtmaya itebilir.
Herkesin hayatında tercih çarpıtması (bir anlamda takiyye) yapmak zorunda kaldığı anlar olabilir. Ben de böyle zamanlar yaşadım. Bunlardan biri tiyatro sanatını sevip sevmemek hakkındaydı. Yıllarca, tiyatroyu sevmediğimi kendimle sakladım, zira tiyatro sevmemek, sanatı sevmemek veya anlamamaktan sanatçıya ve tiyatrocuya düşman olmaya kadar giden bir yelpazede suçlanmak, aşağılanmak anlamına geliyordu. Meğer Gülay Göktürk de aynı durumdaymış. Sonunda o bunu bir yazıyla itiraf etti, kurtuldu. Ben de itiraf ediyorum, tiyatroculara insan olarak saygım her insana duyduğum saygıdan ne fazla ne eksik, ama ben tiyatro sanatını sevmiyorum. Üstüne para verseler tiyatroya gitmem.
Sevmediğimi açık etmeye korktuğum bir diğer şey, organik gıda yüceltmesi ve genetiği değiştirilmiş organizmaların kınanması, günah keçisi hâline getirilmesi. Bu görüşü bazen dost meclislerinde dile getiriyordum, ama şimdiye kadar yazıya dökmedim. İşte şimdi bunu yapıyorum. Cesaretimi The Economist’te yayımlanan küçük bir yazı artırdı. Yazının spotu ilginçti: ‘Yeşiller iklim-değişikliği inkârcılarının bilim dışı ve tehlikeli olduğunu söylüyorlar. Genetiği değiştirilmiş gıdalara muhalefet edenler de öyle’.
Ağustos ayında Filipinler’de çevreciler bir ‘Altın Pirinç’ tarlasını vandalize etmiş. Bu pirinç A vitaminiyle takviye edilmeye çalışılan bir deneme ürünü, üstelik özel sektör değil kamu sektörü tarafından geliştirilmeye çalışılıyor. Denemeler başarılı olursa tohum çiftçilere ücretsiz dağıtılacak. Hedef, fakir ülkelerde binlerce prematüre çocuk ölümünü ve körlük vakasını önlemek. Yapılanın zararlı olduğuna dair hiç bir bilimsel kanıt yok, ama çevreciler ısrarla ve inatla genetiği değiştirilmiş gıdanın sağlık riskleri yarattığını iddia ediyor.
Genetiği değiştirilmiş gıdanın insanların sağlığına etkisi hakkında ne düşünülürse düşünülsün, bu besinler gelecekte hayatımızda daha fazla yer alacak. Hâlihazırda dünyada 7 milyar insan var. 2050’de bu nüfus 9-10 milyara ulaştığında bu insanların hâlâ beslenebiliyor olması lâzım. Bunun için, birim başına toprakta yiyecek üretiminin hemen hemen ikiye katlanması şart. Gidişat gösteriyor ki, bunun daha az su ve daha az kimyasalla elde gerçekleşmesi icap edecek. İklim değişikliği bazı bilim adamlarının iddia ettiği kadar kötüyse, besinleri susuzluk ve sellere karşı daha dayanıklı hâle getirmek de gerekecek. Dergi’nin işaret ettiğine göre organik tarım bunu yapamaz, çünkü çok fazla toprak kullanır. Yeşil devrim hiç olmasaydı ve dünya tarımsal üretimi 1960’lardaki seviyesinde kalsaydı, her karış toprak kullanılsa bile bugünkü kadar gıda üretilemezdi. Genetiği değiştirilmiş gıdalar iklim değişikliğine, haşereye karşı daha dirençli. Bu sayede daha az kimyasala ihtiyaç duyuyor. Bu yüzden, genetiği değiştirilmiş gıdalara engel olmak, sonunda kıtlığa ve milyonlarca insanın açlıktan ölmesine sebep olabilir.
Birkaç yıl önce, Çeşme’de, kasaba pazarında alışveriş yapıyorduk. Eşime, bir sebze tezgâhının bizimle beraber başında bulunan diğer iki kadının da duyacağı şekilde ‘organik gıdadan uzak duralım!’ dediğimde kadınların yüzünde şaşkınlık, acıma ve nefret karışımı bir ifade belirdi. Bu yazıyı okuyan çevreciler de aynısını mı yapacak, acaba?
Bu yazı Yeni Şafak Gazetesi‘nde yayınlanmıştır.