Dün Ankara’dan Majestelerinin yeni başbakanı David Cameron geçti. Kibar ve sıcak bir adamdı ve hoş şeyler söyledi. Türk medyası da bu “İngiltere başbakanı”nın ne deyip ne yaptığını izledi ve aktardı.
İyi ama aslında Cameron’ın yönettiği ülkenin adı “İngiltere” değil. Dünyada bu isimde bağımsız bir ülke yok. Bunun niye böyle olduğunu anlamak da bize iyi gelebilir; biraz ufkumuzu açabilir.
Evet, gerçekte Cameron’ın yönettiği ülkenin adı “Britanya”. Burası, İngiltere’nin yanısıra İskoçya ve Galler diye toplam üç ayrı otonom bölgeden oluşuyor. Bunlara bir de Kuzey İrlanda eklenince oraya “Birleşik Krallık” denen dört parçalı bağımsız ülke çıkıyor.
Bizim “İngiliz bayrağı” sandığımız o renkli ve çapraşık bayrak da bu çoğulcu yapıyı yansıtıyor. “Union Flag” (yani Birlik Bayrağı) denen bu tasarımda aslında üst üste çatılmış üç tane etnik bayrak var: Kırmızı haç İngilizlerin, çapraz kırmızı haç Kuzey İrlanda’nın, lacivert zemin üzerine çapraz beyaz haç da İskoçların bayrağı. Adamlar bu dizaynı ta 1801’de yapmışlar. (Galler, küçüklüğünden olacak, “ olaya” girememiş, ama olay da çıkarmamış.)
Tüm bunlar aslında geçen hafta televizyon izlerken aklıma geldi. Ulusalcı bir hukukçu, Anayasa’daki “her vatandaş Türktür” hükmünü hararetle savunurken, “ne yani, İngiltere’de herkese İngiliz denmiyor mu” diye soruyordu.
Hayır efendim, denmiyor işte. Aksine, bir İskoç’a “sen İngilizsin, değil mi” deyin de görün bakalım, ağzınızın payını nasıl verir. Ama aynı adam “üst-kimlik” olan Britanyanlılığı kabul eder.
Bütün bunları “Türkiye’de de böyle yapalım, otonom bölgeler ve farklı bayraklar yaratalım” gibi bir imada bulunmak için söylemiyorum. Adamların tarihi farklı, bizimki farklı. Buraya alıp kopyalayamayız.
Fakat Kemalist Cumhuriyet’in “zoraki asimilasyon yoluyla ulus yaratma” projesini zorunlu bir model sanma cehaletinden de kurtulmalıyız.
Hem de ivedilikle kurtulmalıyız, çünkü bu proje anti-demokratik olmanın yanında artık işlemiyor da. Kürtlerin önemli bir kısmı, bırakın “Türklük” içinde erimeyi, tüm “geç kalmış milliyetçilik”lerde görülen bir açlıkla, “Kürtlük” bilincine tutunmuş durumdalar.
Sorun ‘kafatasçılık’ mı?
Bunun karşısında “efendim, bizim milliyetçiliğimiz kafatasçı değildir, herkesi kucaklar” sakızını çiğnemeninse bir faydası yok. Çünkü bu ülkede “kafatasçılık” da yapıldı, ama asıl sorun o değil, asimilasyonculuk.
Hatırlarsanız Bulgaristan’daki Jivkov rejimi de “kafatasçı” değildi; aksine her vatandaşı “kucaklayıp” Bulgar yapmak istiyordu. Orada da Türkler, bir kez Bulgarlaştıktan sonra, “vali, bakan, başbakan” filan olabileceklerdi. Ama bu dayatmaya haklı olarak direndiler. “Türk kökenli Bulgar” değil, “Bulgaristan Türkü” olarak yaşamak istediler.
Bugün de bize “Türkiye Kürdü” kimliği lazımdır. Tutunabileceğimiz son dal, tabir-i caizse, budur.
Aksi halde, PKK’nın gözü dönmüş şekilde tırmandırdığı şiddetin de etkisiyle, “etnik bölünmeye” doğru gideriz.
Son haftalarda Ertuğrul Özkök’ün bir yazısıyla gündeme gelen bu senaryo ise “çözüm” değil ancak “felaket” olur. Bu kadar içiçe geçmiş bir ülkede “bölünme sınırı” çizmek, korkunç sürgünler ve çatışmalar yaratır. Son iki günde İnegöl ve Hatay’da olanlara bakın; gerisini anlayın.
Kürt milliyetçileri akıllarını başlarına almalı, iki toplumu “bir arada yaşayamaz” hale getirmekten vazgeçmeliler.
Türk milliyetçileri ise kafalarını kumdan çıkarıp biraz ezber bozmalılar. Bunun için de aslında Britanya’ya kadar gitmelerine gerek yok; Osmanlı’ya baksalar, yetecek.
28.07.2010, Star