Onlar sadece birer sayı olarak geldi karşımıza.
Adı sanı, huyu suyu olmayan birer sayı… Her Yüksek Askeri Şura toplantısının ardından çoktan kanıksadığımız soğuk bir başlık olup karşımıza dikildiler: “YAŞ’ta irtica temizliği: 86 subay atıldı”
Bir müddet sonra sayılarının büyümesi de yetmedi gazete başlıklarının puntosunu büyütmeye. Zaman içinde sütün sayıları küçülüp sayfa diplerine doğru sürüldüler. Muhafazakâr basın bile eskisi kadar “büyütmez” oldu sorunu. İslami duyarlılığı yüksek partiler sustu. Demokrat kalemler namus kurtarma kabilinden değinip geçti konuya. Yüzlerce ailenin dramını, “YAŞ kararları yargıya açılmalıdır” gibi ruhsuz bir cümle içine sıkıştırıp geçiştirmekten başka yapabileceğimiz bir şey yoktu… Sosyal yaralara pek meraklı televizyonlarımız, “insan hikayeleri”ni hiç kaçırmayan dergilerimiz, gittikçe küçülen bu soğuk haberlerin gerisinde yatan “insan” portrelerini görmezden geldiler.
İşin doğrusunu söylemek gerekirse; onlar bizim “gözden çıkardıklarımız” oldu.
Demokrasimiz öyle çok yerinden delik deşik edilmişti ki, hangi deliği önce tıkayacağımızı düşünmek, öncelikler sıralaması yapmak zorunda kaldık ve haksız da değildik. Çünkü bütün deliklere birden koşuşturmaya ne gücümüz yetiyordu, ne cesaretimiz… “Şimdi kilit sorun, ülkenin bir an önce seçime gidip 28 Şubat sürecinin sona ermesidir” diyorduk kendi kendimize. “Parlamentoyu devre dışı bırakma formüllerini püskürtmek şimdi daha hayati” diye düşünüyorduk. Binlerce öğrenci türban yasağı yüzünden okuldan atılma tehlikesi yaşarken, “onlar”ın sorununu ihmal edebiliriz, diye avutuyorduk kendimizi… Ülkenin sivil kurumlarında, örneğin üniversitelerde yargısız kıyım yönetmelikleri söz konusuyken, ordunun işine karışmanın sırası mı, hesabı yapıyorduk.
Kısacası, onlar bizim tavizimiz oldu.
Oysa ateş düştüğü yeri yakıyor ve bu “öncelik” hesapları onlar için hiçbir şey ifade etmiyordu. Dıştan bakıldığında, bir trafik kazasında yirmi kişi ölünce facia, bir kişi ölünce acı bir haberdir. Oysa ölen bir kişinin yakınları için, o kazanın yirmi ölümlü olmasıyla, bir ölümlü olması arasında fark yoktur. Onun acısı aynıdır.
Bu acıyı topluma aktarmak için gelip görüşmek istiyordu bazıları. Gelip bana irticacı olmadıklarını kanıtlamak istiyorlardı. Karşıma geçip konuşurlarsa, seslerini duyarsam, gözlerinin içine bakarsam ikna olacağıma inanıyorlardı.
Bir bahane bulup “gelmeyin” diyordum. Ben ikna olsam ne olacaktı ki… Ama yılmıyorlar, telefonda, mektupla anlatıyorlardı: Bütün bir hayat projelerinin nasıl bir anda çöktüğünü, yemeden içmeden kesilip depresyona girdiklerini, hatta intiharı düşündüklerini anlatıyorlardı. Hele içlerinden bazıları, karısının başını bile örtmediğine, hayatında namaz kılmadığına yemin billah edenler var ya, işte o zaman iyice utanıyordum. Yerin dibine batıyordum. Bir insanın toplumun karşısına geçip inançlarının hesabını vermek için dil dökmesini kaldıramıyordum.
X x x
1998 yılı aralık ayında “Gözden çıkardıklarımız” başlıklı bir yazı yazmışım. Yukarıda okuduğunuz satırlar o yazının güncellenmiş, zaman kipi değiştirilmiş halinden başka bir şey değil.
Evet, bugün o yazının zaman kipini değiştirip yeniden yayınlamanın yararlı olacağını düşündüm.
Çünkü bizim yıllar önce sahip çıkamadığımız, çaresizlik içinde gözden çıkardığımız, taviz olarak darbecilerin karşısında tek başına bıraktığımız o insanlar; resmi adlarıyla YAŞ mağdurları için hesaplaşma vakti geldi. Yapılan anayasa değişikliği sayesinde (YAŞ kararlarını yargıya açan değişiklik) artık yargıya gitme hakları var ve zaten onlar da şimdi bunu yapıyorlar.
O karanlık yıllarda neyle suçlandıklarını bile bilmeden, savunmaları bile alınmadan meslekleri ellerinden alınan ve hayatlarının geri kalanını boyunlarında “Şeriatçı-irticacı” yaftasıyla yaşamaya mahkûm edilenler bu davalarda sadece haklarını değil, onurlarını da geri almaya çalışacaklar.
Bu onur mücadelesini hep beraber izleyeceğiz.
Bugün, 15.10.2010