Milli Eğitim Şurası son toplantısında zorunlu öğrenim süresinin 13 yıla çıkarılmasını tavsiye eden bir karar aldı. Bu kararın Türkiye’nin özgürleşme ihtiyacına uygun düşmediği açık olduğu gibi, dünyadaki genel eğilime ne kadar uygun olduğu da şüpheli.
Ama Şura’nın bu kararı başörtüsü tartışmasıyla ilgili olarak geçenlerde gündeme getirilen bir öneriyle aynı bakış açısını yansıtıyor. Hatırlanacağı gibi, söz konusu tartışmalar esnasında, ilköğretimdeki çocuklarının başını örtme konusunda ısrar etmeleri halinde devletin bu çocukları ebeveynlerinin elinden alabileceğine dair uçuk fikirler öne sürüldü. Oysa, AİHM 2007 yılında Türkiye aleyhinde verdiği bir kararda, eğitim-öğretimde devletin ebeveynlerin dini ve felsefi kanaatlerine saygı gösterme zorunluluğunun insan haklarının devlete yüklediği bir ödev olduğunu teyit etmişti.
Şimdi, devlet okullarında yapılacak zorunlu eğitimin süresinin uzatılması genel olarak özgürlük karşıtı bir tercihtir. Çünkü bu, ebeveynlerin çocuklarına devletin vesayetinden bağımsız olarak ve kendi dini-felsefi kanaatlerine uygun eğitim vermeleri imkânını azalttığı gibi, sivil alanın devlet karşısındaki özerkliğini de zayıflatır.
Aslına bakılırsa, yanlış olarak adına “kamusal” denen devlet okullarındaki eğitim sadece Türkiye’de değil, değişik derecelerde olmak üzere dünyanın her yerinde devlete sorgusuz-sualsiz itaati garanti edecek değer ve fikirlerin çocuklara/gençlere aşılanmasını hedef alır. Günümüz ulus-devletleri açısından asıl amaç, eğitim-öğretim yoluyla çocuklara ve gençlere hayata onların intibaklarını kolaylaştıracak beceriler kazandırmak ve onların zihinsel kapasitelerini geliştirmek yerine, bu ve başka yollarla sivil toplumu kontrol altına almaktır. Başka bir anlatımla, resmi eğitim-öğretim devlet açısından akademik bir mesele veya hayırhah bir “hizmet” olmaktan çok, kendisinin bekasını esas alan bir “strateji” meselesidir.
Türkiye söz konusu olduğunda, resmi eğitim-öğretimin ideolojik ve vesayetçi özelliği çok daha belirgindir. Yürürlükteki “Tevhid-i Tedrisat” sisteminin tabu muamelesi görmesinin de nedeni budur. Bu “birlikçi” sistem eğitim-öğretim alanında sivil inisiyatife olduğu kadar, okulların yönetimine velilerin sahici anlamda katılmasına da izin vermeyen hiyerarşik bir sistemdir. Nitekim, ilk ve orta öğretimdeki “özel” okullar sadece ticari anlamda özeldirler. Müfredatları ve yönetim zihniyeti bakımından bunların devlet okullarından hemen hemen hiçbir farkı yoktur, yani bunlar özel olsalar da sivil kurumlar değildirler.
Şu halde, Türkiye’de eğitim-öğretimle ilgili asıl mesele zorunlu eğitimin süresini daha da artırmak değil, bu alandaki devlet tekelini kırmak, sivil inisiyatiflere alan açmak ve halihazırdaki eğitim müfredatını mümkün olduğunca ideolojik olarak tarafsız hale getirmektir.
Öte yandan, Milli Eğitim Şurası’nın zorunlu eğitimin süresinin ne kadar olacağı yerine ele alması gereken daha öncelikli meseleler vardır. Bunların arasında en acil olanı ise, zorunlu din dersleriyle ilgili yaygın şikâyetleri ciddiye almak ve bu meseleyi AİHM’nin yukarıda zikrettiğim kararı çerçevesinde insan haklarına uygun bir çözüme bağlamaktır.
Vurgulanması gereken son bir nokta da, eğitim-öğretimin bu alanın bürokratlarına bırakılamayacak kadar ciddi bir mesele olduğu ve Türkiye toplumunun özgürleşme davasından ayrı düşünülemeyeceğidir. Eğitim-öğretimi özgürleştirmeden ve bu arada kimi dar-kafalı “eğitimciler”in tasallutundan kurtarmadan toplumumuzun genel özgürlük arayışının başarılı olma şansı yoktur.
Star, 13.11.2010