“Bizim sınıfta hanzo bir çocuk vardı. Bir gün sınıftan feminist bir arkadaşla tartışmış.
‘Abi kızı acaip susturdum’ diyordu.
Hayret ettim, çünkü onda hiçbir zaman kimseyi susturacak bir fikir görmemiştim. Acaba nasıl bir argüman getirmiş olabilir diye merak ettim ve sordum:
‘Ne dedin de susturdun?’
‘Ona dedim ki, sus kız, yoksa senin’…”
***
Roni Margulies’e ve Nabi Yağcı’ya yönelik saldırılar, bana çok eskiden bir arkadaşımın anlattığı bu lise anısını hatırlattı.
Sahip olduğu ideolojinin hayatı izah etmeye yetmediğini dehşetle fark eden, ama bu gerçeği kabule yanaşmayan insanın trajedisi bu. Ve ikna edici argüman üretemeyen bütün kesin inançlıların içine düştükleri bir acizlik hali.
“Anayasa referandumu” öncesinde de aynısı olmuştu.
Kampanyanın bir yerinden sonra fikirlerinin yetmediğini, halkın da kendilerine değil “evetçilere” kulak verdiğini fark eden bazı alaturka sosyalistler, “hayır”ın hikmetini dinleyecek kimse bulamayınca, karşı tezi savunanların etkinliğine gidip, onlara yumurta atmak, boya dökmek gibi saldırılara başlamışlardı.
“Evet” diyen ünlülerin halkla buluştuğu toplantıları basıp “söz hakkı” istemek -sanki millet onları dinlemeye gelmiş gibi- ve verilmemesi üzerine “ihtiyaten” yanlarında taşıdıkları yumurtaları atmak veya konuşmacının üzerine boya dökmek gibi eylemler, sadece basit bir tahammülsüzlük alameti olmayıp, kimin kaybettiğinin daha sandıklar açılmadan ilan edilmesi anlamını taşıyordu.
Ama sadece siyasi bir yenilginin değil, onu önceleyen moral ve ideolojik bir yenilginin ilanıydı bu saldırılar.
Eskiyle yeninin kavgası bu. Yitip gitmekte olanın öfkesi ile geleceğin umudunun, otoriteryenizm ile demokrasinin kavgası.
Bakın, üretilen sloganlar bile aradaki niteliksel farkı bariz biçimde ortaya koyuyor.
Panel basıp arkadaşlarının etkinliğini sabote etmeyi ifade özgürlüğü sananların sloganı neydi? “Kolektif yumurta şenliğine hoşgeldiniz”.
Açıkçası pek de deha ürünü sayılmayacak, epeyce düşük bir mizah duygusunun ürünü bir slogandı bu.
Gelin onları kendi hallerinde bırakıp, bir de demokrat öğrencilerinkine bakalım.
Aynı günlerde “3H Hareketi”nden öğrenciler ise hiçbir düşüncenin yasaklanmaması ve hiçbir kesimin düşman ilan edilmemesi için “İçeride Düşman Yok!” sloganı üzerinden bir dizi etkinlikte bulunuyorlardı.
Bir yandan panel basma türünden özgürlük karşıtı müdahalelere karşı çıkarken, diğer yandan -ve aynı zamanda- İstanbul’da polis şiddetine maruz kalan öğrencilere sahip çıkıyorlardı. Onların sloganı şuydu: “Polis imdat hattı yerine imdat polis hattı kurulsun”.
Aradaki fark bariz değil mi?
Kendisine güvenen, düşüncesine güvenen ve karşı olduğu düşünceden arkadaşları için de adalet istemekte tereddüt etmeyen yeninin sesi bu.
Dünya değişiyor, ülke değişiyor ve bazıları zamana tutunurken, diğer bazıları anakronik hale geliyor. Ve yeninin sesi eskiyi bastırdıkça, sönüp gitmekte olan agresifleşiyor.
İstanbul’daki gibi ölçüsüz, orantısız, akıl ve hukuk dışı polis şiddeti ise bu gerçeği görmeyi güçleştiriyor.*
Demokratlara düşen herkes için adaleti ve özgürlüğü savunmak. “Asayiş” adına öğrencilere saldıran polise karşı da, Margulies’e “devrimci değerler”, Yağcı’ya “vatan” adına saldıran ÖDP’li veya TKP’lilere karşı da aynı yerde durmak.
Bunun dışında sönüp gitmekte olanı çok da muhatap almanın anlamı yok.
Bırakın tarih sahnesinden huzur içinde çekilsinler.
Star, 28.12.2010