İdeolojilerle ilgili olarak sık sık kullanılan bir söz var: “İdeolojiler idrakimize giydirilmiş deli gömleğidir”. Cemil Meriç’e ait olan bu sağ kanat sözünün başka versiyonları da mevcut. Ayrıca, 1950’lerde, ideolojilerin veya ideolojiler arasındaki sert mücadelelerin bittiği ve hedeflerde ortaklaşan ideolojilerin sadece bu hedeflere ulaşma metotlarında farklılaştığı yolunda iddialı sözler de vardı. Marx’ta da benzer bir bakış olduğunu görmek mümkün. Marx ideolojiyi kitleleri uyutmak ve uyuşturmak için kullanılan bir temelsiz fikirler demeti, bir demagoji olarak görmekteydi. Kendi düşünce sisteminin ise ideoloji olmadığı, bilime dayandığı kanaatindeydi.
İdeolojiye yönelik bu genel itirazlar ideolojilerin hem gereksiz hem zararlı olduğu yolunda bir kanaat belirtiyor. İdeolojilerin aklın doğru çalışmasına engel olduğunu iddia ediyor. İdeolojilerin bazılarının insanlara zarar verdiği ve gerçekten aklın işleyişini çarpıttığı kabul edilmesi gereken bir gerçek. Ancak, ilginçtir, ideolojilere bu şekilde karşı çıkanlar bunu çoğu zaman başka ideolojiler adına yapıyorlar. Meselâ Türkiye’nin sağ kanat ideoloji muhalifleri Marksizme ve liberalizme itiraz ederken ve onları çeşitli şekillerde suçlarken ya milliyetçilik ya da İslamcılık ideolojisine dayanıyor. Bunların yerli diğer ikisinin ise yabancı ve gayri millî olduğunu iddia ediyor. Oysa milliyetçilik bir Batı ürünü olduğu gibi İslamcılık da özü itibariyle bir ideoloji. Marx çizgisindeki Marksist sosyalistler de burjuvanın kitleleri uyutma ve kontrol eme aracı olarak gördüğü ideolojiye –hassaten liberalizme, onların deyişiyle burjuva ideolojisine- karşı çıkıyor. Hayatın cilvesine bakın ki mucidinden sonra anlam değiştiren ideoloji kavramı pejoratif anlamıyla zaman içinde Marksizme yapıştı ve bugün ideoloji denince ilk akla gelen şey Marksizm. Yani Marksizm başkalarını kınama ve suçlama için kullandığı etiketten ayrılamaz duruma geldi.
İdeolojilerin deli gömleği olduğu, insan zihnini esir aldığı ve insan toplumlarına zarar verdiği tekerlemelerinin sebebi ideolojiler arasındaki ayrımların farkına varılmaması ve tüm ideolojilerin dikkatsizce veya maksatlı olarak aynı torbaya doldurulması. Oysa hem ideolojiler arasında nitelik farklılıkları var hem de başka ideolojileri insan idrakine engel olmakla suçlayanların milliyetçilik ve İslamizm gibi ideolojileri bu tür şeyleri yapmaktan ari değil.
İdeolojiler sert ve yumuşak ideolojiler olarak iki grup hâlinde tasnif edilebilir. Marksist sosyalizm, faşizm, nasyonal sosyalizm ve dinizm gibi ideolojiler elbette sert-katı ideolojilerdir. Bunlar evrensel hakikati keşfettikleri, hakikat üzerinde bir tekellerinin olduğu ve insan toplumlarının bu hakikate dayalı projelere kendiliğinden uyması veya zorla uydurulması gerektiği kanaatindedir. Yumuşak ideolojilerin tezleri ise daha sınırlı alanlarla ilgilidir. Bunlar, hakikat tekelcisi olduğunu ve insanların tüm problemlerine ebedî çözümler getireceğini iddia etmez.
Marksist sosyalizm sert klasik liberalizm ise yumuşak ideolojilere verilebilecek en iyi iki örnektir. Marksist sosyalizm sosyalist ideoloji ailesinden. Bu aile içinde esas olarak Marksist sosyalizm, Marksistlerin adlandırmasıyla ütopik sosyalizm (veya ahlâkî yahut gönüllülüğe dayanan sosyalizm) ve demokratik sosyalizm gibi çizgiler var. Liberalizm ailesi içindeki orijinal ve otantik çizgi klasik liberalizm. Ama klasik liberalizmin iki istikamete zorlanması ile anarko-kapitalizm ve sosyal liberalizm denen dallar da ortaya çıkmış. Liberal ideoloji ailesi içinde sert, katı ideoloji olmaya en yakın çizgi anarko-kapitalizm…
İnsanlık tarihinin en iddialı ve etkili iki ideolojisinin Marksist sosyalizm ve klasik liberalizm olduğu söylenebilir. Bu iki ideoloji ana ideolojiler olarak da görülebilir. Diğer ideolojiler ve tam bir ideoloji olmaktan ziyade ideolojimsi denebilecek milliyetçilik, çevrecilik, feminizm gibi görüşler de genellikle bu ikisi etrafından gezinmekte. Meselâ milliyetçilik Marksist sosyalizmle yakınlaşınca ortaya nasyonal sosyalizm çıkmakta. İslamizm sosyalizme eklenince İslamcı sosyalizm doğmakta. Milliyetçilik liberalizmden etkilenince vatanseverliğe dönüşmekte, İslamcılık liberalizmden etkilenince muhafazakârlığa tahvil edilmekte. Bununla beraber bu tasvirler şu veya bu derecede yetersiz ve yanıltıcı da olabilir. Bizi bu yazıda ilgilendiren yaklaşık iki asırlık hayatları karşılaştırıldığında Marksizmin başarısız ve felaket yaratıcı klasik liberalizmin ise başarılı ve insanlığa faydalı olmasının sebeplerinin kısaca araştırılması.
Klasik liberalizmin 18’inci ve 19’uncu yüzyıllarda doğduğu ve şekillendiği, Marksist sosyalizmin ise 19’yüzyılda doğduğu söylenebilir. İlk doğan modern ideoloji liberalizmdir. Sosyalizm, muhafazakârlığın ardından, önce liberal idealleri tamamlama ve geliştirme iddiasıyla doğmuş ama daha sonra onun ana hasmı olarak mevzi almıştır. Bu iki ideoloji arasındaki farkları ve başarı ve başarısızlıklarını değer ve adâlet hakkındaki görüşleri üzerinden takip edebiliriz.
19’uncu yüzyıl müspet bilimlerde çok büyük ilerlemelere şahit oldu. O yüzyıldaki bilimsel keşif ve gelişmeler belki de ondan önceki tüm zamanlarda vuku bulanların toplamından daha fazlaydı. Bu durum, sosyal düşünce dünyasında yer alan bazı insanları toplumsal hayatta da tabiattakilere benzer kesin kanunların olması gerektiği düşüncesine itti. Bu kanuniyetleri bulmak için müspet bilimlerin metotlarını sosyal dünyada uygulamanın işe yarayabileceği kanaatini yarattı. Bunu yapmayı umanlardan biri Marx idi. Marx beşerî dünyayı yöneten, tabiat kanunları kadar kesin, keşfedilebilir kanunlar olduğu kanaatindeydi. Bu kanunlar ekonomik içerikliydi. Kendisi gibi keskin zekâya sahip kimseler tarafından pozitif bilimlerin metotları uygulanarak bulunabilirdi. Ve bunlar insandan insana ve zamandan zamana değişmeyen objektif gerçekler teşkil ederdi. Marx’ın fikirlerine bilimsellik sıfatını eklemesinin sebebi buydu. Bilimsellik sıfatı bir taraftan fikirlerine üstün bir statü sağlıyor diğer taraftan hem sosyalist gelenek içindeki hem de diğer çizgilerdeki rakiplerini ve muarızlarını kolayca minder dışına atıyordu.
Marx’ın objektif sosyal dünya kanunlarını keşfetme yolunda atmaya çalıştığı adımlardan biri bir objektif değer teorisi geliştirmekti. Bu ondan önce de denenmişti. Ama Marx keşfi kendisinin yaptığına inandı ve nesnelerin değerini onları üretmek için harcanan emeğe bağladı. Buna göre, bir malın değeri onu üretmek için harcanan emek miktarı tarafından belirlenirdi. Ancak, bu teori pratik hayat tarafından yalanlanıyordu. Marx’ın zamanında canlı bir ticaret hayatına sahip olan Londra’da sadece pazarlarda durup gözlem yapacak biri bunun böyle olmadığını kolayca görebilirdi. Hayata bakmayı değil kitaplara ve resmî raporlara takılmayı seven Marx bunu yapmadı. Diğer taraftan, emek saf ve tek biçimde mevcut değildi. İşbölümü zaten vardı ve hızla gelişmekteydi. En azından vasıflı emek ile vasıfsız emek arasında belirgin bir ayrım vardı. Değer teorisinde hangisi esas alınmalıydı? Vasıfsız emek vasıflı emeğe çevrilemeyeceğine göre yapılması gereken vasıflı emeğin vasıfsız emeğe çevrilmesiydi. Bu dev bir problemdi. Marx problemin farkındaydı ve onun çözümünü Kapital’de yapmayı tasarladı. Ama ilk ciltte bunu başaramadı ve bu görevi Kapital’in diğer ciltlerine erteledi. Vefatından sonra fikirdaşı ve hamisi Engels tarafından derlenen ciltlerde de bu soruna bir çözüm yoktu. Dolayısıyla Marx’ın emek-değer teorisi ölü doğdu.
Marx adâlet konusunda da iddialıydı. Aslında yazılarında bu kadar iddialı olmasını gerektirecek ve makul gösterecek bir muhteva yoktu. Marx hiddetli bir kapitalizm eleştirmeni olarak birçok iyilik gibi adâletin gerçekleşmesini de kapitalizm sonrasına havale etmiş ve fakat sosyalist ve komünist toplumda adâletin ne olacağı ve nasıl gerçekleşeceği hakkında pek fazla yazmamıştı. Marksist çizgideki bu eksikliği onun peşinden gelenler bile tam olarak gideremedi.
Marx’ın geleceğe ertelenen adâlet teorisi bugün sosyal adâlet ailesi olarak adlandırılan grupta yer almaktaydı ve iki kademeliydi. İlk kademe sosyalist safhaydı. Sosyalist toplumda adâletin genel ilkesi insanlardan yeteneğine göre almak ve insanlara katkısına göre vermekti. Kim alacak, kim verecekti? Elbette devlet. Dolayısıyla, Marx’ın sosyalist sosyal adâlet teorisinde adâleti gerçekleştirecek özne devletti. Bu, hâliyle devletin topluma tam olarak egemen olması demekti. Zaten Marx burjuva diktatörlüğü olarak gördüğü sistemin yerini alacak bir proleterya diktatörlüğü istemekteydi.
Marx’ın teorisine göre komünist toplum safhasında, yani devletin olmadığı (Marksistlerin sevdiği tabirle sönümlendiği) toplumda adâletin temel ilkesi herkesten yeteneğine göre almak ve herkese ihtiyacına öre vermekti. Bu harika bir ütopyay ama bir distopyaya dönüşmesi kaçınılmaz. Mülkiyetin olmadığı bir toplumda insanların yeteneğine göre katkısını sağlamak ve insanlara ihtiyaçlarına göre vermek kim tarafından ve nasıl yapılabilir? Devlet olmayacaksa bunun vuku bulması için insan tabiatının tepeden tırnağa değişmesi şarttır. Sadece bu değil, insanın içinde yaşadığı eko-sistemin de tamamen değişmesi ve meselâ üretimin sorun olmaktan çıkması ve adeta sonsuz bir bolluğun doğması gerekir.
Marx’ın sosyalist toplum modeli adâleti sağlamda da başarılı olamadı. Adâleti sağlama görevi verilen ve bu amaçla mutlak despotik yetkilerle ve baskı cihazlarıyla donatılan Marksist sosyalist devletler en büyük adâletsizliklere sahne oldu. Devletin toplumsal hasılayı ekonomi dışı faktörlere dayanarak dağıtması bir süre sonra sosyalist toplumların (kapitalizmdeki gibi konjonktürel değil) daimî ekonomik kriz ve kıtlık toplumlarına dönüşmesine sebep oldu. Yani Marx değer teorisinde olduğu gibi adâlet teorisine de yanıldı.
Marksizmin teorik başarısızlıklarla ve fiilî zulümlerle dolu tarihine ve tecrübesine karşılık klasik liberalizm nispî başarılarla ve insanlığa müspet katkılarla dolu bir tarihe sahip oldu. Değer meselesi açısından bakacak olursak, klasik liberaller (özellikle Hume-Smith-Menger-Hayek çizgisi) değer meselesine daha iyi bir çözüm geliştirdi. Değerin objektif değil sübjektif olduğunu buldu. Buna göre, nesnelerin değeri onların üretimi için harcanan emek tarafından değil, onlara sahip olmak isteyen bireylerin onlara atfettiği önem, kıymet tarafından belirlenmekteydi. Bu teori, en azından, Marksist emek-değer teorisine göre hayatı, insanların pazar davranışlarını, daha iyi açıklamaktaydı. Bu gelişme zaten ölü doğmuş olan emek-değer teorisini tamamen çökertti. Sübjektif değer teorisine dayanan ekonomik sistemler çok daha iyi bir performans sergiledi. Aynı zamanda sübjektif değer teorisi toplumlardaki iç sürtüşmeleri de azaltan, barış ve sosyal ilişkiyi teşvik eden bir faktör oldu.
Klasik liberaller usulî adâlet yaklaşımını da geliştirdi. Usulî adâlet adâletin Marksistlerin zannettiği gibi sosyal gruplar (sınıflar) arasındaki ilişkilerle değil bireyler arasındaki ilişkilerle ilgili olduğunun altını çizmekteydi. Bunun kadar önemli olan ve bunun bir sonucu olmak durumunda olan ikinci noktaya göre de, adâlet ekonomik ilişkilere girmiş bireyeler arasındaki ilişkilerin (işlemlerin) bireylerin sahiplik (zenginlik) durumunda yarattığı artış ve azalışlarla alâkalı değildi. Adâlet bireyler arasındaki işlemlerin adâlet kurallarına göre yapılıp yapılmadığıyla bağlantılıydı. Adâlet kurallarına uygun işlemler sonuçlarından bağımsız olarak âdil, adalet kurallarına aykırı olan davranışlar yine sonuçlarından bağımsız olarak gayri âdildi. Bu adâletin öznesi bir insan veya bir kamu otoritesi değil tüm insanlardı. Yani insanlar hem adâletli davranıyor hem de adâletli muamele görüyordu. Ve bütün bunlar sivil toplum içinde, piyasa içinde vuku bulmaktaydı. Piyasa bir taraftan adâlete dayanmakta diğer taraftan adâleti geliştirmekteydi. Usulî adalet de Marksizmin yaptığının tersine toplumlarda refahı, barışı, özgürlüğü ve sosyal dayanışmayı teşvik etti.
Görüldüğü üzere klasik liberalizm Marksizme nispetle hem teoride hem de pratikte çok daha başarılı oldu. Bu durumda sorulması gereken bunun neden böyle olduğu. Doğrusunu söylemek gerekirse Marksizm ile klasik liberalizmi teoride ve pratikte kıyaslayan bir akademik çalışma çok hoş ve faydalı olur. Bu yazının sınırları içinde yapılabilecek tek şey bu muazzam farklılığı yaratan birkaç etkene dikkat çekmekten ibaret. İlk olarak, klasik liberaller Marksistlerin aksine mütevazı yazarlar, düşünürler ve bilim insanlarıydı. Onlar yeryüzünde cennet yaratma umutsuz ideali peşinde koşmadı. İkinci olarak, metotları farklıydı. Marksistler değişmez sosyal gelişme kanunlarını bularak geleceğe şekil verme peşinde koşarken klasik liberaller beşerî dünyada neler olduğunu gözlüyor ve niye ne iseler o olduklarını anlamaya ve açıklamaya çalışıyordu. Bu yüzden, klasik liberalizm Marksizmin olduğu anlamında bir teori de değildi. Klasik liberallerin savunduğu değer anlayışı, ticaret, mülkiyet, bireysel özgürlük, adâlet onlar bunlar var olursa iyi olur dediği için var olmadı, zaten vardı. Son olarak, klasik liberaller insan tabiatıyla savaşmadı. İyi ve kötü karakter özellikleriyle insanı ne ise o olarak aldı ve analizlerini buna dayandırdı. Oysa Marksistler insan tabiatının tamamen dönüştürülebileceğine inandı ve bunun peşinden koştu.
Klasik liberalizmin, birçok bakımdan, ana muarızı olan Marksist sosyalizme üstünlük sağlamış olmasına rağmen akademik ve entelektüel muhitlerde Marksizm çok daha yaygın biçimde benimseniyor ve itibar görüyor. Bu da, hakikaten, başka bir yazımda açıklamaya çalıştığım üzere (http://www.liberal.org.tr/sayfa/liberal-dusunce-sayi-61-62-kis-bahar-2010-birey-ve-devlet-uzerine-yeniden-dusunmek,324.php), tuhaf ve hüzün verici bir durum. Hayatı daha iyi okumak ve insanlığa yararlı işler yapmak isteyenlerin Marksist sosyalizme değil klasik liberalizme yönelmesi çok isabetli olacaktır. Tecrübe konuşacak olursa, klasik liberalizm, insanın iç huzuru ve hayatla barışık olması açısından da tercihe şayan bir yoldur…