Onur Öymen ve CHP yöneticileri, Dersim benzetmesinin yarattığı infiale çok şaşırmış olmalılar. Bence baltayı hangi taşa vurduklarını hâlâ anlayamadılar. Öyle ya; bu söylem hiç de yeni bir söylem değil… Dersim İsyanı’nın bastırılışından ilk defa söz edilmiyor bu ülkede. Sadece Dersim değil, ondan önceki 23 isyanın bastırılışı da hep övünçle, “Cumhuriyetin başarısı” olarak anlatıla gelmiş.
“İsyan bastırmak” gibi meşru bir amaç söz konusu olduğunda, kullanılan yöntemi sorgulamak da şimdiye kadar görülmüş şey değil. Öyleyse ne oluyor bu halka böyle? Onur Öymen’in neye uğradığını anlayamamasının sebebi, içinde yaşadığı toplumun geçirdiği büyük dönüşümün farkında olamaması…
Evet, Öymen bu sözleri 70’li yıllarda söyleyebilirdi, 90’lı yıllarda söyleyebilirdi; 28 Şubat yıllarında, hatta bundan altı-yedi yıl önce de söyleyebilirdi. Ama artık söyleyemez… Çünkü artık başka bir toplumla karşı karşıya ve bu “yeni toplum” sadece Dersim İsyanı’nı değil, Dersim Katliamı’nı da görüyor. 1937’den bu yana Dersim Katliamı’ndan değil, sadece Dersim İsyanı’ndan bahsedilmesini yadırgamayan geniş bir kitle; bugün artık madalyonun öbür yüzüne de bakabiliyorsa; kamuoyu ilk defa isyanı bastıran devletle değil, isyan edenlerle empati kurarak tepki verebiliyorsa, bunun sebebi arada geçen zamanda tarih bilgisinin artması değil; bugün Kürt meselesine bakışta geldiği bilinç düzeyi.
Asimilasyona, inkâra ve yok etmeye dayalı devlet politikalarının artık toplum nezdinde meşru görülmemesi, insanlık suçu sayılması… Öymen uğradığı bozgunun telaşıyla son kozunu sürüyor ortaya: “Benim savunduğum şey Atatürk’ün politikasıdır. Sıkıysa onu eleştirin.” Ama o da ne! Bu tehdidi de takan yok. Daha o lafını bitirmeden, gazete sayfaları Atatürk’ün Dersim Katliamı’ndaki rolünü anlatan eleştirel makaleler ve söyleşilerle doluyor. Böylece tek bir cümleyle iki çığır birden açılıyor: Bir yandan Dersim’de yaşanan trajedi şimdiye kadar hiç konuşulmadığı kadar büyük bir açıklıkla konuşulmaya başlarken, bir yandan da zihinlere takılmaya çalışılan bir başka pranga kırılıyor: Atatürk tabusu artık işlemez hale geliyor. Domino etkisi bu olsa gerek… Son on yıla şöyle bir bakın: 28 Şubat’ın yalanlarıyla yüzleşme… Şeriat öcüsünün fos çıkışı… Darbe günlükleriyle, andıçlarla, ıslak imzalarla deşifre olan askeri cumhuriyet…
Ergenekon’la birlikte devletin derinliklerindeki bataklığı keşfe çıkış… 1915’teki büyük felaketle yüzleşme… Çukurca-Aktütün travmaları… Ve şimdi Dersim’le yüzleşme… Bundan sonra sırada ne var? Menemen? Şeyh Sait İsyanı? 31 Mart Vakası? Tarihi yalanlar bugünün bilincinin ışığında kırılıp tuz buz olurken, tarihle ilgi her aydınlanma bugünü daha iyi anlamamızı sağlıyor. Ve bu karşılıklı etkileşim böyle sürüp gidiyor… İleride bugünlerin tarihini okuyanların anlamakta zorlanacakları göz kamaştırıcı bir hercümerç bu… Muhteşem bir hercümerç içinde yaşanan toplumsal bir “mucize…”
Kimileri kaos diyorlar bu hercümerce ve korkuyorlar. Oysa bu yıkıcı değil, yapıcı bir karmaşa hali… Geleceğin Türkiye’sinin değerleri, ahlakı, siyasetin yeni ilkeleri bu karmaşa içinde yeniden şekilleniyor, ete kemiğe bürünüyor. Aydın çevrelerinde on yıllardır kapalı kapılar ardında tartıştıkları şeyler ilk defa büyük kitleler tarafından heyecanla paylaşılıyor. İlk defa geniş kitlelerin katılımı ile bir tarih tartışması sürüyor. Halk şimdiye kadar dar aydın mahfillerinde sürüp gitmekte olan tartışmalara ancak şimdi kulak veriyor. Neden şimdi işitiyor toplumun kulakları? Çünkü artık sürekliliği fark ediyor.
Bugün başına gelenlerin düne uzanan köklerini teşhis edebiliyor. Tartışılanın tarih değil, bugün olduğunu kavrıyor. Aslında aydınlanan şey, geçmişte olanlar değil, bugünün zihinleri… Bugünün yalanları deşifre oldukça, geçmişe ait yalanlar da eprimiş kumaşlar gibi orasından burasından yırtılıyor ve arka planda on yıllardır zamanın adaletini bekleyen gerçekler gözle görülür hale geliyor. Bugünün “devlet sırları” sır olmaktan çıktıkça; andıçlar, lahikalar, Sarıkızlar, Ayışıkları ortaya döküldükçe; muhbir subayların mektupları en güvenilen kurumda olup bitenleri önümüze döktükçe “ben bunları bir yerlerden hatırlıyorum” diyenlerimiz artıyor. (1931 yılında jandarmanın yazdığı Dersim raporu bugünün andıçlarına ne kadar da benziyor değil mi?) 28 Şubat’ta Sincan’daki bir müsamereyi şeriat kalkışması olarak tarihe geçirmeye kalkan zihniyetin, 1930’larda Menemen’de 6-7 esrarkeşin cinayetini Cumhuriyet’e karşı ayaklanma olarak göstermeye çalışan zihniyetle devamlılığı kafalara dank ediyor.
İleride bugünlerin tarihini okuyanların anlamakta zorlanacakları göz kamaştırıcı bir hercümerç bu… Muhteşem bir hercümerç içinde yaşanan toplumsal bir “mucize…” Kimileri kaos diyor bu hercümerce ve korkuyor. Oysa bu yıkıcı değil, yapıcı bir karmaşa hali…
Geleceğin Türkiye’sinin değer sistemi, ahlakı, siyasetinin yeni ilkeleri bu karmaşa içinde yeniden şekilleniyor. Bu dönüşü olmayan bir değişim süreci; çünkü sadece tepelerde bir yerlerde değil, tek tek hepimizin içinde gerçekleşiyor.
Biliyoruz ki, artık hiçbirimiz gönül rahatlığı ile Tunceli diyemeyeceğiz Dersim’e. Mağaraların içinde “fare gibi” öldürülen Kürt çocukları aklımıza düşmeden inip kalkamayacağız Sabiha Gökçen’den…
Bugün, 20.11.2009