Devlet, PKK’ye karşı çok geniş kapsamlı bir operasyon başlattı. Tanklar ve zırhlı araçlar şehir merkezlerine indi. Askerler sahaya sürüldü. Bilhassa Cizre, Silopi ve Sur yoğun çatışmalara sahne oluyor. Bölgenin tamamında tablo giderek ağırlaşıyor. İnsani, içtimai ve iktisadi bir yıkım yaşanıyor.
Siyasetin sözünün edilmediği bir haldeyiz. PKK saldırılarını artırdıkça devlet de güvenlik önlemlerinin alanını genişletiyor, dozunu artırıyor. Böylelikle mesele, tekrardan salt bir asayiş meselesine dönüşüyor. Oysa en azından otuz yıllık tecrübe salt güvenlik tedbirlerine abanılmasının herhangi bir çözüm getirmediğini gösteriyor.
Güvenlik tedbirlerinin iki önemli handikabı var. Birincisi, bunların zaman içerisinde tedbir olma özelliğini yitirip halk üzerinde bir baskıya dönüşmesidir. Alın, sokağa çıkma yasaklarını. 15-20 gün süren bir yasak, halkın gündelik hayatını ortadan kaldırır, onların en temel ihtiyaçlarını karşılamasını imkânsız kılar. Halkın tepkisi, bu tedbirleri alana yönelir.
İkincisi ise, süre uzadıkça hak ihlallerinin kaçınılmaz olmasıdır. Sürekli bir çatışma hali, güvenlik personelinin bir taraftan psikolojisini olumsuz etkilerken, diğer taraftan da onlara da ellerinin rahatladığı duygusunu güçlendirir. Normal bir dönemde akıldan geçmeyen fiiller, çatışma zamanlarında yaygınlaşır. Birçok örnek var buna dair. Hakkâri’de yüzükoyun uzandırılan bir gruba “Türkün gücünü göreceksiniz” diye bağırılması, Varto’da bir PKK’linin çıplak cesedinin teşhir edilmesi, Cizre’de bir PKK’linin yerlerde sürüklenmesi, Sur’da duvarlara yazılan “Türkler geldi”, “Esedullah Timleri” vb. yazılar ilk akla gelenler. Tüm bunların halkta ters tepeceğini kestirmek zor olmasa gerek.
DEVLETİN ELİNDEKİ REHİNE
Güvenlik tedbirleri kısmı ve geçici bir başarı sağlayabilir. Ama nihai çare değildir. Çözüm, siyasette ve müzakerede, bir an önce görüşmelere geri dönülmesindedir. Bu meyanda ilk etapta üçlü bir görüşme mekanizması oluşturulabilir.
İlki, Öcalan ile görüşmelerin rutine bağlanmasıdır. Onun devletin elindeki bir “rehine” olarak algılanmasına sebebiyet verecek pratiklerden kaçınılmalı, HDP’lilerle ve avukatlarıyla periyodik bir şekilde görüşmesi sağlanmalı. Bunun yanında Öcalan’ın farklı hassasiyetleri temsil eden medya mensuplarıyla bir araya gelmesinin yolları da açılmalı. Kamuoyu Öcalan’ın gelişmeleri nasıl okuduğunu, süreç içerisindeki aktörlere ne tür reaksiyon gösterdiğini öğrenmeli. Bu tür bir iletişim kanalı, hem tezviratları önler ve halkın Öcalan’ın duruşu hakkında sağlıklı bilgi edinmesini sağlar, hem de tarafların Öcalan üzerinden birbirlerine salvo yapmaları önler.
İkincisi, Öcalan ile görüşen devletin doğrudan Kandil ile de görüşmesidir. Devlet daha önce bunu yaptı, Oslo’da PKK yöneticileri ile masaya oturdu ve detaya inen görüşmeler yaptı. Şimdi de bunu denemeli. Görüşmeleri kısmi bir şeffaflık içinde yürütmeli, ana başlıklar hakkında toplumu bilgilendirmeli. Lafı eğip bükmeden, yolu dolandırıp uzatmadan PKK ile irtibat kurmalı.
Üçüncüsü ise, Öcalan ve Kandil’in birbirleriyle görüşmelerinin teminidir. Öcalan, fiili olarak örgütü yönetenlerle yüz yüze görüşmeli ve taleplerini onlara aracısız iletmeli, Kandil de cevaplarını, bu talepleri kabul edip etmediğini, Öcalan’a direkt olarak vermeli. PKK’nin bir bütünlük içinde hareket etmesini sağlamanın yolu budur. Aksi takdirde şifreli mesajlar ve yoruma açık beyanatlar üzerinden gidilebilecek pek bir mesafe yok.
Şiddetin kapısı açılınca ne zaman kapanacağı kestirmek zor. Oslo’da masa devrildikten sonra ülke 14 ay süren bir kan banyosu yaşamış ve ardından tekrar görüşmelere başlanmıştı. Şimdi de dolaşılıp dönülecek yer masadır. Vakit kaybetmeden görüşmelere dönülmeli.
Yeni Yüzyıl, 19.12.2015