Türkiye’deki resmi dilin içinde bazı laflar var ki, bunları biraz oturup düşününce arkalarındaki “siyasi felsefe” epey bir aydınlanıyor.
Mesela her okul çocuğuna bağırta bağırta söyletilen “varlığım Türk varlığına armağan olsun” lafını alalım. Tek Parti ideologlarından Dr. Reşit Galip’in icad ettiği bu ifade, bireylerin ulus içinde eritildiği, dahası onun için feda edildiği “kollektivist” bir ideolojiyi yansıtıyor.
Bazıları “canım ne abartıyorsunuz, maksat vatanı-milleti sevmek” diyebilir. Oysa “vatanı-milleti sevmek” demokratik ülkelerde var olan bir değer, ama böylesi “kollektivist” bir dille ifade edilmiyor. Mesela ABD’de bir “bayrağa sadakat yemini” var ki, “herkese adalet ve özgürlük sağlayan cumhuriyete bağlılık”tan söz ediyor. Yani bir ortada bir “kendini armağan etme” durumu değil, bir “sözleşme” var: Cumhuriyet, bireylere adalet ve özgürlük sağladığı için değerli. Bu yüzden sadakati hak ediyor.
Türkiye’deki resmi felsefeyi iyi anlatan bir diğer hikmetli söz ise, Türk Silahlı Kuvvetleri için zaman zaman kullanılan “Mustafa Kemal’in askerleri” lafı. Çoğunlukla övgü amaçlı kullanılan bu ifade, aslında ciddi bir soruna işaret ediyor. Çünkü Mustafa Kemal Atatürk, sadece milli mücadeleye liderlik edip Cumhuriyet’i ilan eden bir “milli kahraman” değil. Öyle olsa, sorun yoktu. Ancak 1923 sonrasındaki Atatürk artık bir “siyasi lider”. Dolayısıyla bu dönemde yaptıklarını beğenen de var beğenmeyen de. “Şapka devrimi”ni hatırlayınca, “yahu ne iyi oldu” diyen de var, “ne lüzum vardı böyle dayatmalara” diye eleştiren de.
İşte bu yüzden de TSK’nın “Mustafa Kemal’in askerleri” olması çok sakıncalı, çünkü o zaman TSK tüm milletin değil, sadece onun içindeki “Atatürkçü”lerin silahlı gücü gibi algılanıyor. Nitekim söz konusu “Atatürkçüler”den bazıları da canları sıkılınca başlıyorlar “ordu göreve” diye homurdanmaya.
Allah’tan dünya epey değişti de ordu öyle kolay kolay “göreve” gelemiyor. Hatta çok ağır da olsa kendi içinde değişiyor. Mesela artık Mustafa Kemal’in siyasi rakibi olan Kazım Karabekir’i de anıyor ki, güzel hareketler bunlar.
Fakat bu sefer de “Mustafa Kemal’in yargıçları” var başımızda. Bu yargıçların bazıları, İmam-Hatip mezunları üniversitelere giremesin, yani “eşit vatandaş” olamasın diye uğraşıp duruyor. Diğerleri, Ergenekon işlerine dokunan Erzurum savcısını apar topar görevden alıyor, hatta hakkında suç duyurusunda bulunuyor. Daha önceden Şemdinli işlerine dokunan Van savcısı Ferhat Sarıkaya’yı tasfiye ettikleri gibi.
Her iki olayda da tablo aynı: “Derin” işleri sorgulamaya kalkanların kellesi bir anda uçuveriyor. Mustafa Kemal’in yargıçları, Mustafa Kemal’in askerlerini koruyorlar yani, adaleti değil.
Öte yandan şu günlerde deniyor ki, “efendim, devletin bir tarafında böyle bir ideolojik cephe varsa, öteki tarafında da başka bir ideolojik cephe var. Zaten o yüzden kurumların arasında ve içinde örtülü bir savaş yaşanıyor.”
Bu, yerinde bir tespit. Ve bu ideolojik kamplaşmanın sadece bir tarafının partizan davrandığını, öbürünün objektif ve ilkeli olduğunu söylemek de mümkün değil.
İyi ama zaten ne bekliyordunuz ki devleti bu denli koyu bir ideolojiyle yoğurmuşken? Kendilerini “iç düşman” ilan ettiğiniz adamlar başka nasıl bir çıkış yolu bulacaklardı ki bu otoriter sistemden?
İdeal durum, elbette devletin ideolojisiz ve tarafsız olması. Şu anki durum ise, “oligarşi”den (yani tek gücün hakimiyetinden) kaba bir “poliyarşi”ye (yani birden fazla gücün dengesine) geçtiğimizi gösteriyor ki, bu da bir şeydir.
Star, 22.02.2010