Üç asrı aşkın bir tarihi olan liberalizm modern siyasi doktrinlerin ilkidir. Temel kaygısı keyfi iktidarı önlemek olan liberalizmin özgürlük için büyük bir tehdit oluşturan modern devletin konsolide olmaya başladığı sırada ortaya çıkması hiç de şaşırtıcı değildir. Liberal düşünürler, kendisini mutlak egemenlik ve tebaası üzerindeki sınırsız otoritesiyle tanımlayan modern devletin iktidarının nasıl sınırlanacağı meselesi üzerinde odaklandılar. Modern devletin bir devamı olarak ‘ulus-devlet’in hakim siyasi örgütlenme biçimi halini aldığı günümüzde iktidarın sınırlanması daha da hayati bir meseledir. Liberalizmin kurucularından John Locke (1632-1704) egemenlerin iktidarının ancak ‘sivil’ siyasi yönetimden önceki doğa halinde bireylerin sahip oldukları evrensel ‘doğal haklar’ını güvenceye alan bir siyasi örgütlenme içinde sınırlanabileceğini ileri sürdü. Her bireyin, herkesin kendi üzerindeki sahipliğinden (self-ownership) kaynaklanan hayat, hürriyet ve mülkiyet ‘doğal’ hakları vardı. Toplumun kendi arasında yaptığı bir sözleşmeyle kurduğu devlet (sivil yönetim) bu haklara riayet etmekle mükellefti ve böyle davrandığı sürece meşru addedilebilirdi. Locke’un teorisi böylece yönetme yetkisinin yönetilenlerin rızasından kaynaklandığı düşüncesini de destekliyordu.
Farklılıklara eşit mesafede
Liberalizmin ortaya çıktığı sıralarda Batı dünyasının diğer büyük sorunu toplumda barış ve adaletin sağlanması idi. Toplumsal barışın o zamanki büyük sorunlardan biri olmasının temel nedeni, din ve mezhep farklılıklarının ve bundan kaynaklanan gerilimlerde devletlerin taraf konumunda olmalarının yol açtığı çatışmaların barışçı bir arada var oluşu tehdit etmesiydi. Bu sorunun halli için ilk dikkate değer cevabı yine Locke vermiştir. Locke din ve mezhep farklılıklarından kaynaklanan gerilim ve çatışmaların üstesinden ancak ‘hoşgörü’nün benimsenmesiyle gelinebileceğini ileri sürdü. Locke’a göre, dinsel farklılıkların belirgin olduğu toplumlarda barışın yolu devletin dini hakikatin ne olduğunu buyurmak iddiasından vazgeçmesinde yatıyordu. Zamanla liberal teori Locke’cu hoşgörü fikrini ‘iyi’ye ilişkin bütün moral anlayış farklılıkları karşısında da benimsenmesi gereken siyasi bir ilke olarak geliştirdi ve bu fikir hem lâikliğin hem de devletin tarafsızlığının temelini oluşturdu.
Immanuel Kant (1724-1804) da Locke’dan sonra liberalizmin akılcı temellerini güçlendiren katkısıyla bu geleneğin harcını kuranlardan biri olmuştur. Kant hem kişisel özerklik ve kişilerin eşit ahlaki değeri düşüncesiyle, hem de evrenselci adalet fikriyle liberal tasavvurun şekillenmesine katkı yapmıştır. Kant’a göre, insanlar ortak rasyonel doğaları ve bunun sonucu olan ahlâki kişilikleri nedeniyle eşittirler. Ahlâki kişiliğe sahip olmamız, tutkularımızı sınırlama ve doğru olanı yapabilme kapasitemizi ifade etmektedir.
Ondokuzuncu yüzyılda John Stuart Mill özgürlük ve ‘bireysellik’ üstündeki vurgusuyla esas olarak Locke ve Kant’ın ‘akılcı’ çizgisini devam ettirmiştir. Onun özellikle bireyselliği öne çıkaran yanı Kantçı özerklik fikrine bir hayli yakındır. Mamafih, Mill’in liberalizm içindeki yerine ilişkin çağdaş anlayışlarda daha çok onun özgürlük savunusu etkili olmuştur. Bu özelliğiyle Mill bugün her eğilimdeki liberalin temel referanslarından biri durumundadır.
Öte yandan, toplumda düzen ve adaletin temellerini “doğa hali” ve “sözleşme” varsayımlarına başvurmadan açıklamanın bir yolunu bulmaya çalışan David Hume (1711-1776) ise böylelikle liberalizmin de “akılcı olmayan” temellerini attı. Ona göre, toplumda barışı ve adaleti sağlayan şey soyut akılla tasarlanan veya Tanrı vergisi kurallar olmayıp, aksine, yararlılığı tecrübeyle görülmüş, uzlaşmaya dayalı pratikler veya “konvansiyonlar”dı. Toplumsal istikrarın temelleri olan gerek adalet gerekse onun ayrılmaz bir parçası olan mülkiyet akli değil konvansiyonel kurumlardı.
Nihayet Adam Smith (1723-1790) medeni toplum hayatında bir “doğal özgürlük sistemi”nin işlediğine inanıyordu. Bu sistemin özünü oluşturan ‘kendiliğinden düzen’, harici kısıtlamalardan hoşnutsuzluk duyan ve kendi iyiliğine çalışırken genel olarak toplumu da yararlandıran bireylerin eylemlerinden, her hangi bir iradenin planlaması ve yönetmesi olmadan ortaya çıkan bir düzendi. Smith’e göre, adeta “görünmez bir el” insanların eylemlerinin sonuçlarını toplumun yararına olacak şekilde düzenliyordu. Bir yandan ‘sempati’, diğer yandan özgürlük isteğinin topluma uyma eğilimi ile bir arada gitmesi sayesinde, kendi çıkarını güden bireylerin eylemlerinden ‘doğal bir şekilde’ uyumlu bir düzen oluşuyordu. Bu şekilde liberalizm esas karakterini 17. ve 18. yüzyıllarda kazanmış olmakla beraber, liberal tasavvur 19. yüzyılın ikinci yarısında kısmi bir revizyona uğramıştır. Nitekim, T. H. Green ve onu izleyen Hobhouse gibi ‘revizyonist’ liberallerin yaptığı, Kantçı özerklikten etkilenen ‘pozitif’ özgürlük anlayışına dayalı bir ‘sosyal liberalizm’in temellerini atmak olmuştur. Başka bir deyişle, Kant’ın bireysel temeldeki özerkliği Green ve diğerlerinde toplumsal bir boyut kazanmıştır.
Bu tarihsel arka plan liberalizmin içinde bugün gözlenen farklılaşmaların da temellerini oluşturmuştur. Kastettiğim farklılaşmanın başlıca iki ekseni var. Biri, özerklik-hoşgörü karşıtlığına dayanmaktadır. Özerklikçi liberalizm toplumun rasyonel özerkliğin ve bireyin kendisini yönetmesinin önündeki engelleri kaldıracak şekilde yeniden düzenlenmesi gerektiğini söylerken, hoşgörü temelli liberalizm yorumu, liberal devletin kişilerin iyi hayat anlayış ve pratiklerine müdahale etmemesi gerektiğini ileri sürer. Günümüzün önde gelen liberallerinden Raz, Dworkin ve Kymlicka eksenin bir yanında, buna karşılık Hayek, Kukathas ve Schmidtz diğer yanında konuşlanırlar.
‘Sınırlı devlet’ anlayışı
Liberalizm içindeki ikinci farklılaşma ekseni “klâsik liberalizm-refah liberalizmi” eksenidir. Klasik liberaller Locke’cu ‘sınırlı devlet’ anlayışı ile Smith’çi “doğal özgürlük sistemi”ni referans alan ve bu çerçevede piyasa ekonomisini kendi liberalizm anlayışlarının odağına yerleştiren liberallerdir. Tabiatıyla bunlar devletin görev alanının genişlemesine karşı çıkarlar. İskoç Aydınlanması geleneğine bağlı olup özgürlükçü bir düzende ‘kendiliğindenlik’e özel önem veren Hayek çizgisindeki liberaller yanında, liberalizmi ‘akılcı’ ve a priorist temelde haklılaştıran Mises’ci liberaller bu grupta yer almaktadır. Kant ve Mill gibi özerklik temelli liberalizm savunucularından da etkilenmiş olmakla beraber, klasik liberallerin çoğu liberalizmin tanımlayıcı değeri olarak bireysel özgürlük ve hoşgörüyü görür. Liberalizmin bu türünün günümüzdeki önde gelen temsilcileri arasında Norman Barry, Loren Lomasky ve Chandran Kukathas sayılabilir.
Refah liberalizmi ise bugün Amerika’da ‘liberalizm’den asıl anlanan şeydir. Refah liberalleri devlete klasik liberallere göre daha geniş (kısmen yeniden-dağıtımcı) bir rol biçerler. Bunu bazan ‘özerklik’le, bazan “dağıtıcı adalet”le, bazan da -Dworkin’in yaptığı gibi- “eşit ilgi ve saygı”yla temellendirirler. Başka bir anlatımla, bunlar günümüzün ‘sosyal liberalleri’dirler. Refah liberalizminin en önemli temsilcileri J. Rawls, B. Barry ve R. Dworkin’dir. Devletin sosyal işlevini özerklik temelinde haklılaştıran J. Raz gibi düşünürler de bu kanatta yer alır.
Açık Görüş, Star Gazetesi, 13.06.2010