Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, İslami İlimler Fakültesi Öğretim Üyesi
Aslında tek bir yazıya sığmayacak kadar uzun bir hikâye bu! Belki Türkiye’de hiç anlatılmayan belki de çok az anlatılan ya da yanlış insanlar tarafından yanlış kelimelerle anlatıldığı için hiç etkileyici gelmeyen, kötü adamların hep kahramanları öldürdüğü acıklı ve melankolik bir hikâye. Hikâyeyi baştan anlatmak mümkün değil. O zaman kendi zamanımdan başlamak en doğrusu.
Afganistan işgaline yetişememiş 80 kuşağının, Müslüman dünya için yaşadığı ilk büyük sarsıntı Cezayir’deki 1990 yerel seçimleri ve 1991 genel seçimleri olmuştu. İslami Selamet Cephesi (FİS) Abbas Medeni önderliğinde seçimlere girmiş ve ilk seçimden yüzde 54 oy oranıyla galip çıkmıştı. Seçimlerle birlikte dünya medyasında büyük bir kara propaganda başladı.
Haberler şöyle idi: Cezayir’de seçimleri, ülkeye şeriat getirmek isteyen FİS kazandı. Seçimlerin galibi FİS taraftarları sokaklarda insanların yüzüne kezzap atıyor; erkekleri sakal bırakmaya, kadınları örtünmeye zorluyor ve çubukların ucuna takılmış jiletlerle dekolte giyinen kadınların açık bedenlerini çiziyor.
Günlerce bu tür haberler yapıldı. Gezi sürecinde ortaya atılan yalanlar bunların yanında çok masum, ama zihniyetin aynı olduğundan kuşku duymaya gerek yok. Derken süreç, daha kötü bir noktaya geldi ve FİS taraftarlarının, Cezayir’in kırsal kesiminde insanları baltalarla kestikleri haberleri bütün dünya basınında yer almaya başladı. Basının iddialarına göre seçimi kazanan bir parti, kendisine oy verenleri vahşice kesiyordu.
O dönemde Türkiye’den ATV’nin meşhur savaş muhabirlerinden biri, olayları yerinde görüntülemek üzere Cezayir’e gitmiştir. Bu muhabir, vahşice öldürülmüş insanların bulunduğu ve cesetlerden dumanların çıktığı bir ortamda FİS’in insanları nasıl öldürdüğünü sesi titreyerek anlatıyordu. Yüreği kan ağlayanlar kendisine şu soruyu soruyordu: Vahşi (!) insanların yakınlarda olduğu bu mekânda muhabir kardeşimizin acaba can güvenliği var mıydı?
Elbette vardı çünkü olaylar tamamen kurgu idi ve cinayetleri işleyenler, seçimi kazananlar değildi, aksine seçimi kaybeden; Cezayir sermeyesini elinde bulunduran ve Ulusal Kurtuluş Cephesi’ni (FLN) maşa olarak kullanan ordu mensuplarıydı. Cinayetleri, daha önce toplu katliamlara katılmış katillerden oluşan profesyonel rejim muhafızları işliyordu. İlk serbest seçimleri kaybetmiş olmanın sarsıntısını üzerinden atamayanlar, eskiden beri sahip oldukları vahşi kontrol mekanizmalarını devreye sokmuşlardı. Elbette uluslararası medyanın desteği olmadan tek başına bunu yapmaları mümkün değildi. Olaylar, kaçınılmaz olarak dini temelli bir şiddet örgütü de (GİA) ortaya çıkarmıştı. İç savaş, 2000 yılına kadar devam etti; olaylarda yüz bine yakın kişi hayatını kaybetti.
Cezayir bu olanlardan büyük ders çıkardı. O günden beri ülkede hem dindar-muhafazakârlar hem de seküleristler siyasi konularda daha temkinli ve tedbirliler. Aynı olayları bir daha yaşamak istemiyorlar. Bu nedenle Arap Baharı, kaynağa en yakın yer olmasına rağmen Cezayir’i etkilemedi, ancak 1993’ten beri, ülkede siyasi kültürün yavaş da olsa ilerlediği bir gerçek. Bugün Cezayir halkı, demokrasiye geçiş için sessizce komşularını izliyor ve kan dökülmeden sıranın kendisine gelmesini bekliyor.
Aynı senaryo, Müslüman dünyanın farklı yerlerinde 1990’dan beri (elbette öncesi de var) farklı dozajlarda yaşanmaya devam ediyor. Türk televizyonları o zamanlar Cezayir olaylarına çok fazla yer vermişti, çünkü 1991 seçimlerinde Refah Partisi ve MHP ittifakı yüzde 17 oy almış ve 62 milletvekili ile parlamentoya girmişti. Bu haberler, Türk seçmenine bir gözdağıydı.
Peki, bu olayların arkasında ne vardı? İrtica tehdidi mi? Eğer çok fazla siyasi analiz yapamıyorsanız bu sorunun cevabı “Evet” olacak. Her ne zaman Müslüman dünyada yaşanan siyasi olayların nedeninin dini olduğu her söylense içimi garip bir burukluk sarar çünkü bu bakış, senaristlerin-hikâyecilerin işini kolaylaştırıyor. Yanlış teşhis, filmin-hikâyenin sonunu kestirmeyi de engelliyor. Böylece hikâyecinin malzemesi bir türlü tükenmiyor; anlatı, bazıları için romantizm ve heyecan bazıları içinse korku içinde uzayıp gidiyor. Herkes nefesini tutup bilinmeyen sonu bekliyor.
Oysa senaryonun konusu din değil. Belki tek bir konu da yok ama din, hiç de sanıldığı kadar önemli değil, sadece “dinsellik yanılgısı”, serüveni uzatsın diye öne çıkartılan zihin çeldirici bir tema. Ana konulardan biri, iktidarı kontrol etmek ve yönlendirmek. Konuya böyle bakıldığında aslında durumun, siyasi kültürün gelişmediği, meşru iktidarların kurulamadığı tüm ülkelerde yaşanan ortak bir sorun olduğu anlaşılıyor. Kontrol edilmek istene güce göre temalar değişebiliyor. Bu temalar başka bir yazını konusu.
Bu uzun giriş, Mısır’da olup biteni anlamak için bize iyi bir malzeme verecek. Haziran 2013’teki darbeyle tutuklanan Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, geçen hafta hapisten kaçanlara yardım etmekle yargılandığı davada idam cezasına çarptırıldı. Elbette başka suçlamalar ve yüzlerce idam kararı da var. Bu olayların gerçek nedeni ne?
Mısır’da olup bitenin dinle ilgisi yok. Din bir tema bile değil. Çünkü darbeyi yapanların da, idam kararı verenlerin de, idamı onaylayan müftünün de dinle bir sorunu yok. Ama bunların ortak bir özelliği var: Mısır’ın ticari hayatının yüzde 65’ini ellerinde bulundurmaları. Mısır’ın etnik ve mezhepsel yapısını, ticari hayatını, İhvan’ın zaten var olan alternatif iktidarını ve diğer ilginç ayrıntıları gelecek haftaya bırakıyorum.
21.05.2015, Yeni söz