Bu bir alarmdır. Yaşanmışlığa istinaden bir beyanatın ne tür tehlikeye davetiye çıkardığını ruhunda ve bedeninde hissetmektir. PKK’nın ve askerî vesayetin ülke insanı, tarihinden çaldığı zamanın tekrarını kimse görmek istemez herhâlde. Öyleyse, söz bitmesin.
‘Kemal Burkay gelir, iklim değişir’ derken, Türkiye bambaşka bir atmosfere sürüklendi. Korkulan şeyin geri döndüğü zehabıyla bütün alarmların ötmeye başladığı bir zamandayız. Son bir ayda verilen 42 şehidin, hükümeti terörle mücadelede daha sert bir seçeneğe ittiği anlaşılıyor. Seçim sonrası vadedilen normalleşmeyi beklerken, PKK’nın sahneye çıkmasıyla “Acı ve kanla yazılmış 90’lar tekerrür mü ediyor?” korkusu hâkim oldu. Peki, böyle bir ihtimal var mı? Aradan geçen 20 yıla rağmen böyle bir paralellik kurulabilir mi?
90’ların başında, soğuk savaş sonrası Türkiye’de, tarihinde hiç olmadığı kadar demokratikleşme ve özgürlük rüzgârları esmekteydi. Pandora’nın Kutusu açılmış, sivil hayat varlığını göstermiş, konuşan Türkiye sabahlara kadar uyumamıştı. Kürt meselesi, muhafazakârlık ve İslamcılık, Alevilik vesaire, o vakte kadar konuşulmayan ne varsa başköşedeydi. Bir özgürlük sarhoşluğundan bile söz edilebilirdi. Sonra konuşan Türkiye’nin üzerinden tank geçecek, AK Parti hükümeti 2000’li yıllarda hükümet programlarında vadettiği ‘açılımı’ gündeme alıncaya kadar sesler kısılacaktı.
Yine 90’ların hemen başında Amerika, Körfez’e müdahale etmiş, Cumhurbaşkanı Turgut Özal proaktif bir dış siyaseti savunmuş, hatta Irak’ın kuzeyine girmeyi bile gündeme getirmiş, Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay da Özal’la kapalı kapılar arasında girdiği sert tartışma sonrasında istifa etmişti. Türkiye, 2011’de Erdoğan liderliğinde Özal’ın o yıllarda istediği ama başaramadığı proaktif siyaseti yürütüyor. Kendi sınırları dışında olup biten olaylara müdahale edeceğini cümle âleme duyuruyor. Yer yer de bunu yapıyor, Suriye örneğinde olduğu gibi… Bunlar olurken, genelkurmay başkanı ve üç kuvvet komutanı istifa ediyor. Türkiye’nin Güneydoğu sınırında büyük bir hareketlilik var.
90’ların başında uluslararası sistemde güç dengeleri değişirken ve kartlar yeniden karılırken, Türkiye yeni düzende rol kapma iradesini Özal’ın ağzından dile getirmişken, uluslararası camiada bir rahatsızlık oluşuyor. Yeni Dünya Düzeni’nde Türkiye’ye henüz bir rol biçilmemiş ya da biçilmiş rolün ötesinde bir ‘rol’ verilmek istenmemişti. Bu, görünürde olmayan bir çatışmayı beraberinde getirmiş olmalı. PKK meselesini barışçıl yolla çözme iradesi hem ‘içeride’ hem de ‘dışarıda’ karşılık bulmadı. Türkiye’nin yeni rol talebi, PKK vasıtasıyla rejimin eski soğuk savaş retoriğine dönmesiyle sonuçlandı. Özal sonrası ilk defa Erdoğan döneminde Cumhuriyet tarihinin herhangi bir kesitinde rastlanmayan bölgesel ve küresel güç iddiası taşıyor Türkiye. Bu iddianın, geniş Müslüman halklar dışında, Ortadoğu’da ve Batı jeopolitiğinde devletler düzeyinde olumlu bir karşılığı olduğunu söylemek güç. Türkiye’nin girdiği yeni alanların eski sahipleri var ve onlar bu durumdan rahatsız. İran’dan Amerika’ya, Mısır’dan Almanya’ya uzanan yelpazede işbirliği ile artan rekabet dikkat çekmekte. Türkiye’nin diplomatik gücü 90’larla karşılaştırılamayacak ölçüde gelişmişken, aynı oranda da rahatsızlık uyandırıyor. Batı medyasında ‘Yeni Osmanlı’ denmesinin temelinde ‘yeni bir tehdit’ olarak algılanması yatıyor. Ortadoğu’nun “İsrail’in güvenli varlığı” üzerinden biçimlendirildiği hesap edilirse Türkiye’nin bu varlıkla ilgili oluşturduğu tehdit ve bunun sonuçları iyi anlaşılır herhâlde. Türkiye’nin dizginlenmesi için PKK hiç bu kadar kullanışlı bir aygıt olmamıştı.
Çok partili demokratik hayatımızın en önemli sivil müdahalesi, 87’deki Necdetler olayı ve 90’daki Necip Torumtay’ın istifasıydı. Askerî darbe yönetiminden başbakanlığı devralan Özal’ın askerî idareyle çatışma pahasına yürüttüğü ekonomik ve sosyal reformlar, 90’lara doğru gelindiğinde kırmızı çizgileri aşarak Türkiye’nin temel sorunlarına girme temayülü gösterdiğinde devlet katında giderek yükselen bir rahatsızlığın kaynağını oluşturdu. 92’de manşetlere yansıyan bir istihbarat raporunda (CIA), Özal’ın Kürt meselesinde aldığı riskin bir darbe ile sonuçlanabileceği dile getiriliyordu. Ve nihayetinde, pek çoklarına göre 1993’te örtülü bir darbe gerçekleşiyor. Terörle mücadelede farklı çözüm önerileri olan asker ve siviller tasfiye ediliyor, bir kısmı suikastlarla ortadan kaldırılıyor. Bugün Ergenekon adı verilen derin örgütlenmelerin nihai hedefi, siyasi iktidarları etkisizleştirmek ve enterne etmek. 1993 sonu itibariyle bu başarılmıştı. Bu, pek çoklarına göre soğuk savaş sonrası yaşanan sivilleşme ve demokratikleşmeyle birlikte imtiyazlarını kaybetmekte olan müesses güçlerin refleksinden öte bir şey değildi. Yani Türkiye’deki her demokratikleşme hareketi (DP de dâhil) karşılıksız kalmamış, siviller en tepeden başlanarak cezalandırılmıştı.
2011’de, herkesin malumu olduğu üzere, AK Parti hükümetinin asker-sivil ilişkilerinde bir üstünlük elde ettiği imajı veriliyor. Bu imajın gerçeklik yüzdesi oldukça yüksek olmakla birlikte, son 7-8 yıllık darbe arayışları, aktörlerin yargılanmaları ve hükümetin dik durması sonrasında önlenebilmişti. Asker-sivil ilişkilerini yakından izleyen kesimler için askerî cenahın pasifize görüntüsü demokratik hayatı sindirebildikleri anlamına gelmiyor. AK Parti iktidarı boyunca sürdürdükleri anlaşılan ‘siyasete müdahale’ arayışlarının hız kesmeyeceği de aşikâr. PKK’nın artan terörü hükümeti daha sert tepki vermeye sürükleyecek, bir süre sonra sözün yerine silahların konuştuğu, terörle mücadelenin karmaşıklaştığı ve kesifleştiği noktada rejim değişiklikleri mümkün olabilecek. 1993’te bu olmuştu. Bu senaryo, muhtemel ve muhayyel olmakla birlikte, pekâlâ mümkün. 1993’te terörle mücadele edelim derken hükümetin altından halı çekilmiş, bütün alanlarda sivil inisiyatif kaybolmuştu. ‘Bu ortamda anayasa mı konuşulur?’ demek, bütün bu olanları izah edebilir. Bugün itibariyle sivil siyasete müdahale etmenin elde kalmış en kullanışlı modeli, 1993 konsepti gözüküyor. Yüksek sesle ifade edilmese bile iç ve dış güçlerin rıza gösterebileceği, daha ötesinde destekleyebileceği bir durum.
90’ların ilk yarısında işlenen ‘laik aydın’ cinayetlerinin bir numaralı şüphelisi ilan edilen geniş muhafazakâr kesimler bu vesileyle sindirilirken, diğer taraftan bu vahşi ölümlerle bir kesimde laik duyarlılık duvarı inşa edildi. Statükonun yeniden kurulması için böyle bir toplumsal kesime ihtiyaç duyulmaya başlanmıştı 90’lardan itibaren. 2011’e gelindiğinde ise AK Parti karşıtlığı üzerinden darbe girişimlerini meşru görecek bir toplumsal kesimin varlığı biliniyor. Bugün bir askerî darbe vaki olduğunda bunu destekleyecek azımsanmayacak oranlardan söz ediliyor ki bu 93’te söz konusu bile değildi.
93’te terörle mücadele konsepti çerçevesinde polis özel harekât timleri sahaya sürülmüştü. 96’daki Susurluk kazası ile birlikte terörle mücadele içinde dejenere olduğu düşünülen ve gerçekten de dejenere olan isimler tasfiye edilmişlerdi. Hâlen kamuoyunda faili meçhuller, dejenere olan bu polisler üzerinden tartışılmakta. Halbuki 90’ların ilk yarısındaki faili meçhul cinayetlerin yüzde 10-15’inin bu dejenere polislerce işlendiği, geri kalanın ise müesses kuvvetlerin organizasyonu olduğu bilinmekte. 2011’de yeniden gündeme gelen polisin terörle mücadelede söz sahibi olması, hükümetin ve yargı denetiminin 90’larla karşılaştırılamayacak ölçüde güçlü olması nedeniyle suiistimal ihtimallerini zayıflatıyor. Ancak silahlar konuşmaya başladığında kimin elinin kimin cebinde olduğu belli olmayan durumlar ortaya çıkabilecektir.
Kürtlerin demokrasi sınavı
Esasen siyasi Kürtler için bile demokratikleşmenin söz konusu olduğu bir zamanda silahlı mücadelenin anlamı kalmadı. Ancak PKK, kendini Kürt halkının biricik temsilcisi görme ve gösterme eğilimiyle bu sivil sesi bastırıyor. Öte yandan 90’ların terör şartları içinde doğan ve savrulan Kürt gençliği, bugün PKK’nın kendi varlığını korumaya yönelik savaşını destekleyebilecek bir psikoloji ve radikallik içinde. Yani PKK’ya olan halk desteği, 90’lara göre korku ve inanç denkleminde daha ileri bir boyutta.
90’lara kıyasla değişen olumlu çok şey var. En önemlisi, güçlü ve bürokratik elit üzerinde hâkimiyet kurabilmiş bir hükümet var. Yanlış bir politik tercihte sesi kısalamayacak bir kesim ve yeni aydın zümresi mevcut. Gerisini Ankara’dan izleyelim. Sabah gazetesi Ankara Temsilcisi Okan Müderrisoğlu, bugünlerde başkentin strateji merkezlerinde ‘aklın tutulduğu, sözün bittiği ve silahların konuştuğu 93’e dönme tehlikesi altında mıyız?” sorusunun gündemde olduğunu belirtiyor. Ancak değişen çok şey var ona göre: “İlk kez bohçanın dört ucu, yani Genelkurmay, Jandarma, Emniyet ve MİT bir arada. Uluslararası konjonktür terörün dış merkezlerindeki lider kadrosuna yönelik nokta operasyona uygun. Irak ve Afganistan’dan çıkmaya çalışan, Libya’ya fazla bulaşmayan, Suriye’de Türkiye’nin rolüne bel bağlamış bir ABD yönetimi söz konusu. AB ise uzun süre aşamayacağı mali kriz nedeni ile küresel iddiasını kaybetmiş durumda. Halkın kendisini özgürce ifade etmesine imkân sağlayacak, insan haklarına duyarlı, hukuk sınırları içinde alınacak bir dizi karar da olgunlaşma aşamasında. Muhalefet partileri de terörü siyaset malzemesi yapma alışkanlığından sıyrılarak topyekûn mücadeleye katkı verme eğiliminde.”
‘Demokratik özerklik’ ile kendi ırkdaşları üzerinde en büyük diktatörlüğü inşa etmekle meşgul PKK’yı etkisizleştirmek hükümetin görevi. Ancak tek bir yöntemi olması beklenemez bunun. İsmet Berkan’a göre, en şahin politika 90’larda sivillerin tam desteğiyle birlikte gerçekleşti ve zaten daha da sert olunamaz. “Gazetelere yansıdığı gibi milletvekillerini de kapsayacak tutuklamalar olacak, çok sert bir yöntem belirlenecekse bu yaşandı ve başarısızlıkla sonuçlandı. Hâlen bunu konuşuyorsak, bir öncekinden netice alınmamış demektir. 30 yıldır böyle. Artık bir yerde aklın hâkim olması, farklı çözüm arayışlarını yola sokmak lazım… ‘Bu çocuklar niye dağa çıkıyor?’ sorusuna cevap arayan bir akademik çalışma bile yok. İşin temeli dağa çıkışı engellemek ve elleri tetikten çektirmek olmalı. Açılımlara karşı provokasyonlar oluyorsa, ki öyle oluyor, provoke olmamak da sivillere düşer. Öyle ki 90’larda terörle mücadele sırasında asker elde ettiği güçle 28 Şubat’ı yapma cesareti gördü kendinde. Demek ki bu sorun ezerim, öldürürüm diye de çözülmüyor ve iş başka tarafa gidebiliyor. Bu savaşta 40 bin kişi öldü; 7-8 bini güvenlik güçlerinden, 30 bini Kürtlerden. İnsan kaynağı azalmıyorsa o zaman başka bir yol bulmak lazım.”
“90’ların sertlik yanlısı yöntemini uygularsan aynı sonucu alırsın. Aynı şeyler yapılarak niye farklı bir sonuç bekleniyor ki? Başka taktikler uygulayabilir miyiz derken, Kürt açılımı varken niye hükümet soruların cevabını aramaktan erken vazgeçti ve daha önce sorulmuş, cevabı alınmış bir şeye yöneldi?” diyen Berkan’a göre, bu mücadeleden Erdoğan değil, daha milliyetçi ve sertlik yanlısı olan Bahçeli kazançlı çıkar.
Aksiyon, 22.08.2011