Bizim devlet bir acayip. Yüz yıldır değişmedi. Hep en iyiyi, en doğruyu, en çağdaşı, en ahlaklıyı, en dindarı kendisinin bildiğini sanıyor.
Sonra da bildiğine göre ‘yeni toplum’ inşa etmeye çalışıyor. Kemalist vesayete karşı mücadele yıllarında rejimin en çok eleştirilen yönlerinden birisi halkın tercihlerini hiçe sayan, halk için neyin iyi, neyin kötü olduğuna kendisi karar veren ‘Jakoben devlet’ zihniyetiydi. Post-Kemalist dönemde ‘ideal toplum modeli’ değişse de devleti yönetenlerin ‘Jakoben zihniyet’i değişmedi. Hâlâ toplumu yukardan aşağıya kafalarındaki toplum tahayyülüne göre ‘tasarlayabileceklerini’ düşünüyor, toplumun ve bireyin devletten özerk bir varlık, kimlik ve alan sahibi olduğunu kabul edemiyorlar.
Sorun, topluma müdahale eden devletin ne amaçla müdahale ettiği, yani kafasındaki ‘ideal toplum’ modeli değildir. Bu Kemalist, sekülerist, pozitivist bir model olabileceği gibi, muhafazakâr-dindar-gelenekçi bir toplum tahayyülü de olabilir. ‘İdeal toplum modeli’nden bağımsız olarak müdahalenin kendisidir kötü olan. Çünkü müdahale pratiği devletle toplum arasında devletin tepede olduğu hiyerarşik bir ilişki biçimi üretir. Böyle bir ilişki biçiminin egemen olduğu toplumda da demokrasi olmaz, özgürlük, özgünlük ve farklılık talepleri sindirilir. Kemalist vesayet rejimine karşı mücadelenin özü böyle bir devlete, topluma tepeden bakan, ona istediği şekli verebileceğini düşünen bir devlete ‘dur’ demekti. Bunu bilenler şimdi nasıl oluyor da kendileri kalkışıyorlar aynı şeyleri yapmaya?
Devlet müdahalesiyle ‘yeni toplum’ inşası fikri muhafazakâr değil devrimci, gelenekçi değil modernist, yerli değil Batılı’dır. Bütün bu özellikleriyle de ‘muhafazakâr demokrat’ bir zihniyet dünyasına değil İslamcı bir ideolojiye işaret eder. ‘Merkez’ bir duruşu değil azınlığı, marjinal bir kesimi temsil eder. Türkiye’de merkezi temsil eden siyasal hareketlerin ‘toplum mühendisliği’ fikri ve pratiği olmamıştır. Aksine toplum mühendisliğine karşı geleneği, gelenek içinde tedrici değişimi, değişimin toplumsal dinamiklerini savunmuşlardır. Toplumun yaşam biçimine, kimliklerine müdahale karşısında ‘korumacı’dırlar, ama ‘alternatif inşacı’ değildirler. Dolayısıyla muhafazakârlık adı altında görülmeye başlayan ‘yeni müdahalecilik’ merkezden bir sapmadır, merkez siyasal geleneklere değil siyasal İslamcı hareketlere bakılarak anlaşılabilir.
Müdahaleci ve Jakoben bir ‘devlet aklı’ vesayet rejiminin zihniyetini yansıtır. Toplumun iyiyi ve kötüyü kendi başına ayırt edemeyeceğini düşünenler halkı ‘korumak’ gerektiğini söyleyip halk üzerinde vesayet kurmaya kalkışırlar. Bunu Kemalistler yıllarca yapmaya çalıştılar, ama sonuçta başaramadılar. Şimdi İslamcı ütopyalarını muhafazakârlık adı altında inşa etmeye çalışanların da başaracakları çok kuşkulu.
Muhafazakârlık toplum mühendisliğine izin vermez. Toplum mühendisliği ‘devrimci’ bir siyasal kültürün eseridir. Özel alana, piyasaya, hayat biçimlerine, ahlaka, dine devlet aparatını kullanarak şekil verme yaklaşımı muhafazakârlıktan çok ‘İslamcı ütopya’ ile açıklanabilecek bir tutum.
Bir süredir yeni anayasa yapmaya çalışıyorduk, olmadı ama… Peki, nasıl bir anayasa istiyordu geniş muhafazakâr, dindar, demokrat kitleler? Demokratik, özgürlükçü, çoğulcu, farklılıklara saygı duyan bir anayasa mı, yoksa ‘tekçi’, devlet eliyle hakikat dayatan, sosyal mühendislik yapmaya izin veren bir anayasa mı? Muhtemelen ikinci seçeneği de isteyenler vardı. Ancak onların ‘merkez’i temsil ettikleri, arkalarında ‘kitlesel bir destek’ olduğunu iddia edebilir miyiz? Sanmıyorum. Toplumsal bir inşa sürecinin meyvelerini vermeye başladığını görmekle beraber tepedeki dar bir kadronun ‘inşa’cı projelerinin hâlâ geniş kitleleri temsil ettiğine ihtimal vermiyorum.
Devletin işi insanlara kimlik biçmek ve dayatmak değil. Türkiye, bu ‘eski model’ ideolojik devletten yoruldu. Belli bir düşünceyi, yaşam biçimini, tercihi, ahlak ve din yorumunu devlet gücüyle empoze etmeye dindarların ve muhafazakârların müsaade edeceğini varsayanlar belki de yanılıyordur.
Bu yazı Zaman Gazetesi’nde yayınlanmıştır.