CHP’nin son açmazı: Er-genekon’u kurtarmak!
Bir süreden beri Türkiye’de siyasal otoritenin şeffaflık politikasını uygulaması ve bu sayede kamuoyundan destek görmesinin, CHP ve TSK gibi geleneksel merkezî aktörleri de ulusal ve uluslararası kamuoyu önünde şeffaflaşmaya zorlayacağı yorumları yapılıyordu.
Ancak kendiliğinden değil de, haricî şartların zecrî etkisiyle şeffaflaşmaya çalışan, geleneksel bakımdan yapıları buna müsait olmayan kurumlar için şeffaflaşmak, yüksek bedelleri olan bir süreçtir. Liderin ve yanındaki kadroların değişim yönünde kararlı olmalarının yanı sıra, kuruma bağlı tabanın da ikna edilmeleri çok yönlü bir strateji ve zaman ister.
Türkiye’deki statikleşen geleneksel kurumların şeffaflaşma sancıları bağlamında, 2009 yılı başında şu ifadeleri kullanmıştım: “28 Şubat sonrası siyasal İslam bu bedeli büyük ölçüde ödedi; TSK, Hilmi Özkök ile başladığı bu süreci İlker Başbuğ döneminde kısmen devam ettirmeye çalışsa da, büyük sıkıntılar yaşamaktadır. CHP açısından ise, Deniz Baykal gibi arızî bir f/aktörün frenlemesiyle henüz bu süreç başlamadı; kendiliğinden değil de dış etkenlerle başladığı takdirde CHP’nin daha da küçüldüğü veya dönüşerek daha sağlıklı ve güçlü bir yapı halinde -Baykalsız- ortaya çıktığı görülebilir.” (Türkiye’de Siyasal Katılım, Birey Yayınları, İstanbul: 2009, s. 153).
Bugün, öngörülenden daha hızlı biçimde gerçeğe dönüşen bu tespitler, siyasetin dinamiklerinin Türkiye’de, dünyadakine paralel olarak ne denli süratli işlediğinin bir göstergesi sayılabilir.
Peki, böyle bir dönüşüm sürecinde Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’si, genel akışın neresinde durmakta; kendisine etkili ve verimli bir yön çizebilmekte midir?
Burada iki temel faktörün oynadığı rollere dikkat etmek gerekiyor: Kılıçdaroğlu ve CHP. Bu çerçevede şekillenen soru ise, “CHP’nin yeni lideri, partiyi de ‘yeni CHP’ yapabilecek mi?” sorusudur.
Kongre sonrası oluşan kompozisyon, Kılıçdaroğlu’nun zaman zaman kendi kişiliğinde de görülen ikircikli “idare-i maslahat” siyasetinin kurumsal düzeyde yansıması gibidir. Gürsel Tekin ile Süheyl Batum, Sezgin Tanrıkulu ile Oktay Ekşi dikotomileri, bir bakıma, aynı sandalda kurt, kuzu ve otu sahil-i selamete ulaştırmanın yolunu soran meşhur çocuk bilmecesini hatırlatıyor. Bu durumda CHP için asıl sorun, Türkiye’de yaşanan ve sürükleyici aktörü iktidar partisi olan sosyo-politik dönüşüm sürecine, üç düzlemde; lideri, kadrosu ve tabanıyla uyum sağlayıp sağlamama meselesidir. Kılıçdaroğlu, kendi kişiliğinde de görülen bu uyum sorununda, partisiyle beraber gel-gitler yaşadığını açıkça hissettiriyor. Oysa siyaset, özellikle uluslararası gündemin baş döndürücü hızla yol aldığı günlerde, amaçsız beklemeyi ve duraksamayı hoş görecek bir saha değil; oyunun kuralları pek değişmese de, temposu ve sonuca gitme hızı 20. yüzyıl ve Soğuk Savaş şartlarına kıyasla çok daha hızlandı.
‘-mış gibi’ politika yapmak
Uzun süre Baykal’ın kadife eldivenli demir yumruğuyla iç muhalefetin bastırıldığı CHP, ansızın çık(artıl)an yeni lider sonrası, Önder Sav ve Kemal Kılıçdaroğlu şahsında iki ayrı yüzünü sergilemişti. Sav tasfiye oldu ve ismi üzerinde kavga yürütülen yeni yüzlerden Gürsel Tekin, genel başkanının yanında öne çıktı. Ancak son kongre, parti içi değişimin pek de Türkiye çapındaki makro değişimin hızında ilerlemediğini gösterdi. Kılıçdaroğlu’nun çarşaf listeyi engelleyip oluşturduğu blok listede bulunan dışı yeni içi eski pek çok isim, partide “dengeli bir kompozisyon” havası vermeye dönük pragmatik bir girişimi yansıtıyordu. İşte bu kompozisyon, iyi yönetilemediği takdirde, özellikle Ergenekon, başörtüsü gibi kritik siyasal süreçlerde ahenk yerine karmaşa, çok seslilik yerine çok başlılık görüntüsüne yol açabiliyor. Burada belki Kılıçdaroğlu’nun etnik ve mezhepsel kökeninin geçmişte karşılaştığı resmî baskı ve sindirme girişimleri belli ölçüde kişisel niteliklerinin şekillenmesinde etkili olmuş olabilir. Özellikle liderliğinin millet nezdinde test edildiği referandum sürecinde başörtüsü konusunda sergilediği ikircikli politika tarzı, bugün tersine Ergenekon davası bağlamında yaşanıyor. Siyasi partilerin muhalefet sürecinde kararlı bir görüntü vermeleri genellikle iktidar dönemine nispetle daha kolaydır; çünkü henüz avucuna ateş almamış muhalefet partileri, bir bakıma siyaseten reşit sayılmadığı için eylemleri devletin politikasını belirleyecek etkiye sahip değildir. Ancak 9 aydır bir türlü tatmin ve ikna edici bir söylem ve eylem birliği sergileyemeyen CHP lideri, başörtüsüne özgürlük konusunda olduğu gibi, Ergenekon Davası sanıklarını milletvekili yapma konusunda da -mış gibi davranmayı tercih etti ve seçmen tarafından doldurulmakta olan karneye muhtemelen bir kırık not daha ekletti.
Batum’un Silivri çıkarması
Batum’un Silivri Cezaevi önünde yaptığı kurtarma şovu, Ankara’ya, CHP’nin akıllı binasına gelince, belli ki bazı rasyonel argümanların engellemesiyle karşılaştı ve Kılıçdaroğlu’nun şahsında sembolize olan ikircikli siyaset, parti merkezinde kurumsal düzeyde tescillenmiş oldu. Böylece partinin ortak aklı, Silivri çıkarmasının “sembolik” olduğunu ifade ederek Ergenekon geçidinden çıkış yolunu buldu. Zira en basitinden ilkesel bir açmaz vardı: Dokunulmazlıkların kaldırılmasını, milletvekilleri ölçeğine indirgeyerek de olsa öteden beri savunan CHP, toplumun önemli bir kesimi tarafından “darbeci” olarak algılanan Silivri mahkûmlarını dokunulmaz kılmaya çalışıyordu.
Şimdilik, Ertan Aydın’ın, meşhur Hollywood yapımından mülhem deyimiyle, “Er-genekon’u kurtarmak”, bu ve bunlar gibi görünen ve görünmeyen engellere takılmışa benziyor. Lakin Türkiye bu hızla yol aldıkça; CHP’de de bu lider ve bu kadro var oldukça, daha pek çok dağınık politik manzaralarla karşılaşacağız. Yine de bütün bu yaşananları iyimser bir gözle değerlendirip, statükonun köklü bir kurumunun şeffaflaşma sancıları olarak görmek daha doğru ve akla yatkın bir yaklaşım olarak görünüyor.
Star, 09.02.2011