Orhan Pamuk’un Veba Geceleri Romanının Düşündürdükleri
Yıllardır Orhan Pamuk’un romanlarının ilk baskısını temin edip okurum. Öykücülüğüne ve anlatım tarzına aşinayım. Masumiyet Müzesi gibi akıcı bir dille yazdığına da Benim Adım Kırmızı’daki akmayan cümlelerine de şahit oldum. Dilinden ziyade yazdığı öykülerin kurgusu ile öne çıktığına inanıyorum. Veba Geceleri romanı ise hem 1900’lerin başlarında hem de salgın/karantina günlerinde geçmesi ile ilgi alanıma girdi. II. Abdülhamid devrinde geçen bu döneme nasıl yaklaşacağını ve hayali bir Minger adasında konuyu nasıl kurgulayacağını merak ettim. Şimdi, biraz edebî biraz da tarihî açıdan öyküyü değerlendirmeye çalışacağım.
Gerçek ile Hayal Arasında
Sosyal bilimciler, anlatmak istedikleri bir konuyu önce hipotez haline getirirler. Sistemli bir metot izleyerek hipotezlerini doğrulamaya (daha doğru bir ifade ile hipotezin tersini yanlışlamaya) çalışırlar. Dostoyevski, Tolstoy, Cervantes veya Goethe gibi büyük romancılara baktığımızda da durum bundan farklı değildir. Bu büyük romancılar da hipotezlerini bilimsel metotlar yerine kurgu yoluyla açıklarlar. Gerçek bir fikri, hayalî bir dünyaya yerleştirerek anlatırlar ve bunu yapabilmekteki başarıları, toplumu okuyabilme konusunda, kendilerini dönemlerinin sosyal bilimcilerinden bile daha başarılı yapar. Benim anladığım kadarıyla Orhan Pamuk’un da edebiyatta yakalamak istediği nokta burasıdır. İzlediği yol gerçek hayattaki fikirlerini hayalî bir kurgu yoluyla hipotezlemek ve gerçek ile hayal arasında bağlar kurmaktır. Veba Geceleri de gerçek bir tarihin akışının içine hayalî bir mekân, karakterler ve olaylar ekleyerek bunu yapmaya çalışır. Örneğin; hayalî Minger adasının 2005 yılında Avrupa Birliği’ne tam üyelik için müzakerelere başladığından bahsedilir. Hayalî kişiler ve gerçek kişiler arasında veya hayalî olaylar ile gerçek olaylar arasında ilişkiler kurulmaya çalışılır.
Kitapta geçen bazı olaylar gerçekte, Türkiye’de yaşanan bazı olaylara çok benzemektedir. Örneğin; yeni kurulan Minger devletine cumhurbaşkanı seçmeden önce adadaki en üst düzeydeki yönetici Sami Paşa ile komutan Kâmil arasında önemli bir görüşme geçer. Bu görüşmeden sonra cumhurbaşkanı ilan edilir ve ölümlerine kadar taraflar bu görüşmede konuşulanları açıklamaz. Bu kurgu, Erdoğan ile Büyükanıt arasındaki meşhur Dolmabahçe görüşmesine oldukça benzemektedir. Bu görüşme de cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde yapılmıştı. Tıpkı romanda yazıldığı gibi bu görüşmenin de içeriğinin sır olarak saklanması Orhan Pamuk’un bu olaydan esinlendiğine işaret etmektedir. Roman içerisinde bu şekilde gerçek Türkiye’den esinlenilen onlarca olay vardır.
Öykü; Osmanlı’nın II. Abdülhamit devrinde, Akdeniz’de bulunan veba salgınından dolayı karantinaya alınmış hayali Minger adasında geçen bir tek mekân anlatısıdır. Hikâye klasik drama anlatısına uygun bir şekilde üç perdede geçer. Hikâyedeki karakterlerimizin Minger adasına inmesiyle birinci perde sonra erip, ikinci perde başlar. Bütün bir ikinci perde boyunca Minger adasında hem iç hem de dış çatışmalar yaşanır. Hikâyenin aksiyon grafiği yavaş yavaş yükselir. İzole şekilde yaşayan Minger adasının Osmanlı’dan ayrılmasıyla ve ihtilal olmasıyla aksiyon grafiği zirveye doğru yükselir. Artık Minger adası Osmanlı Devleti’nden bağımsızlığını ilan etmiş müstakil bir devlettir. Karakterlerimizin adadan ayrılması ile ikinci perde sona erer, üçüncü perde başlar. Bütün bir üçüncü perde boyunca da yaşananların sonuçlarını görürüz. Hikâye teknik açıdan böyle özetlenebilir. Bu öykü üç perdeli yapıyı kullanmakla birlikte, klasik drama yönteminin tek bir protagonistin (ana karakterin) olgunlaşması kuralını uygulamaz. Bu değerlendirmenin ikinci aşamasında karakterleri inceleyelim.
Karakterler
Orhan Pamuk’un romanlarında dikkatimi çeken ilk konulardan biri kendisinin yaşayan karakterler yazma çabasıdır. Bildiğimiz klasik drama anlatılarında bir ana karakterin öyküsünü okuruz. Öykü bittiğinde kitabı kapatırız ve karakter hayalimizde ölür. Pamuk ise romanlarına bir önceki romanlarında geçen karakterini de eklemeyi seviyor. Örneğin; Masumiyet Müzesi’nin sonlarına doğru Kar romanındaki Şair Ka sahneye girebiliyor veya Kara Kitap’taki Gazeteci Celal Salik başka romanlarında birden öyküye dahil olabiliyor. Veba Geceleri’nde ise kitabın başındaki teşekkür yazısında araştırmasına yardım eden gerçek insanlara teşekkür ederken, Cevdet Bey ve Oğulları’ndaki ressam Ahmet Işıkçı’ya da kitabın kapak resmi için teşekkür ediyor. Yazar böylelikle hem gerçek ile hayal arasında bir bağ kurmaya çalışıyor hem de yaşayan karakterler yazma isteğini gösteriyor. Pamuk’un yaşayan karakterler yazma isteğine rağmen Veba Geceleri’nin karakter yazımında eski romanlarına kıyasla pek başarılı olduğunu söyleyemeyeceğim.
Yazar, kitabının başlarında tek bir ana karakter seçmeyerek öyküyü farklı karakterler üzerinden anlatıyor. Uzun bir süre ana karakterin kim olduğunu anlayamıyoruz. Hikâye Doktor Bonkowski Paşa ile başlıyor, hikâyenin ana karakteri olarak kendisini zannederken birden ölüyor. Sonra Sami Paşa anlatımı sürüklüyor, bir ara Kolağası Kâmil adada ihtilâl yaparak öne çıkıyor ve kitabın sonunda anlıyoruz ki ana karakterler damat Doktor Nuri ile Pakize Sultan imiş. Anlatımın odağını farklı karakterlere dağıttığınız zaman karakterlerin olgunlaşma sürecini kurgulayabilmek oldukça zor hale gelmektedir. Bana göre Veba Geceleri romanının en zayıf noktası budur. Böyle bir anlatım tarzı yazarın tercihidir. Bu tercih hikâyeyi farklı karakterlere yayma açısından olumlu görünürken, karakterlerin olgunlaşmasını anlatabilmeyi oldukça zorlaştırmaktadır. Klasik drama anlatılarında olduğu gibi tek bir ana karakterin üzerinden öykü anlatılırsa karakterin olgunlaşma aşamalarına adım adım çalışmak daha kolay olmaktadır. Fakat hikâyenin anlatımını farklı karakterlerin gözünden anlatmaya çalıştığınızda her bir karakterin olgunlaşmasına özel yer ayırmanız lazım gelir ki işler daha zor hale gelir. Bu yüzden Veba Geceleri romanında bazı karakterler oldukça zayıf yazılmıştır. Davranışlarının nedenleri iyi anlatılamamıştır. Örneğin; hükümet konağındaki baskından sonra Kolağası Kâmil milliyetçi duygularla birden ihtilâl lideri oluyor, “Yaşasın Minger Yaşasın Hürriyet” diye balkondan bağırıp bayrak sallayan bir karaktere dönüşüyor. Biz okuyucular da ister istemez soruyoruz; bu karakter ne ara bu hale geldi? Yazar, karakterinin bu yönde olgunlaşmasının hazırlığını iyi yapamadığı için okuyucuyu ikna edemiyor. Böylece ortaya biblo gibi sığ karakterler ortaya çıkıyor. Halbuki yazar geçmişte Masumiyet Müzesi’ndeki Kemal ile, Kafamda Bir Tuhaflık’taki Bozacı Mevlüt karakterlerini ince ince işlemiş ve bu karakterlerin olgunlaşmasını öyküye daha iyi giydirmiş idi. Veba Geceleri romanındaki karakterlerin biblo gibi olmalarının benim tahminimce nedeni (başta söylediğim gibi) öyküyü farklı karakterlerin etrafında anlatma tutkusu yüzündendir. Bu anlatım tarzının bir olumsuz etkisi de okuyucunun hiçbir karakter ile bağ kurabilme, empati yapabilme imkânının oluşamamasıdır. Bu öykü, anlatımında klasik drama yöntemine sadık kalsaydı daha kuvvetli bir etki yaratacağına eminim. İncelemenin bundan sonraki aşamasında ise öykünün konusunu ve yazarın gerçek tarih ile kurgu arasında kurduğu alegorileri inceleyelim.
Tarih Kurgusu: Ütopya Devlet
Orhan Pamuk birçok romancının aksine önce dönemin meselelerini tespit ediyor. Öyküyü de bu iskelete giydiriyor. Bunu yaparken de öykü, Doktor Bonkowski Paşa’nın cinayetinin soruşturulmasıyla polisiye gibi başlayıp (hatta Sherlock Holmes’ın cinayet çözme yöntemleri bile tartışılıyor), adadaki ihtilâlden sonra Türkiye’nin erken cumhuriyet dönemi eleştirisine dönüşüyor. Hikâyenin odağındaki bu değişiklik yumuşak bir geçiş olmadığı için (olaylar birdenbire meydana geldiği için) okuyucuyu yoruyor. Cinayetlerle başlayan bu öykü polisiyeye dönüşmesin diye de yazar sürekli ölecek kişilerin önceden öleceğini söylüyor. Yazar, okuyucunun içindeki polisiye merakını öldürmek istiyor. Böylelikle yazar aslında hikâyenin odağında politik bir kurgu olduğunu vurgulamak istediği için cinayetlerle öykünün odağı değişmesin diye müdahale ediyor. Zaten kitap bittiğinde de işlenen cinayetlerin arkasında kimin olduğunu varsayımlar (tahminler) dışında öğrenemiyoruz. Dolayısıyla bu romanda asıl anlatılmak istenen şeyin ihtilal sonrası Mingerya ülkesinin gelişim süreci olduğunu anlıyoruz.
Bu romanda Osmanlı Devleti’nden bağımsızlığını kazanan Minger Devleti ile erken Cumhuriyet dönemindeki Türkiye arasında kuvvetli alegorilerin kurulduğunu düşünüyorum. Bu ilişki özellikle öykünün climax noktasından sonra (yani ihtilâl sahnesinden sonra) daha da kuvvetleniyor. İhtilalden sonra devlet yönetimi otoriter hale gelir. Karantina gerekçesiyle camiler, kiliseler ve tekkeler üzerinde baskı kurulur. Devlet, yapılması gereken onca acil işine rağmen üç temel politikaya yönelir: birincisi Minger dilinin geliştirilmesi (dili yeniden oluşturmak), ikincisi Minger’in yeni bir tarihini yazmak (yeni bir tarih inşası) ve üçüncüsü ise yeni bir Minger milleti yaratmak (yeni bir vatandaş inşası). İhtilâlden sonra kurulan bu ütopya devlet bize ne kadar tanıdık geliyor öyle değil mi?
Türkiye’de de ilk yıllarının kargaşası durulduktan sonra topyekûn değişim hareketi başlatılır. İnsanların kıyafetlerinden alfabelerine kadar davranış alışkanlıkları değiştirilmeye çalışılır. Bu sürecin gerçek ilham kaynağı Sovyetler’dir. Bu kapsamda yeni bir vatandaş yaratma girişimi başlatılır. Devletçilik uygulamasıyla sınıfsız toplum yaratılmaya çalışılır. 30’lu yıllarda yaşanan onca ekonomik ve siyasi probleme rağmen Türklüğün kökeninin araştırılıp bilimsel olmayan yerlerle ilişkilendirilmesi, öz Türkçe arayışının yapılmasıyla yapay bir dil yaratma çabası aynı zamanda Minger ülkesinde de yaşanılan gerçeklerdir. Hikâyede alâkalı ve alâkasız yerlerde sürekli geçen “Minger, Mingerlilerindir” sözü “Türkiye, Türklerindir” sözünü hatırlatmaktadır. İhtilâlden sonra devletin birinci başkanı olan Kolağası Kâmil, bir arkeologdan Minger milletinin kökenlerini ve Minger dilini araştırmasını ister. Devletin başı, bu konuya odaklandığı sırada her gün kırk civarında insan vebadan ölmektedir. Minger devletinin milli marşı için şiir yarışması yapılmaktadır. Eski asker-komutan olan birinci devlet başkanının resmi paralara ve ilkokuldaki ders kitaplarına basılmaktadır. Cumhurbaşkanı Kâmil’in çocukluk evi müze haline getirilmiştir. Bu örneklerin neyi temsil ettiğini yurtdışındaki yabancı okuyucular belki fark etmeyebilir fakat bunlar bizlere hep tanıdık gelen örneklerdir.
Hikâyedeki eski komutan ve ülkenin ilk Cumhurbaşkanı Kâmil’in vebadan ölmesinden sonra iktidar bir tekke şeyhinin eline geçer. Bu sefer de İslamcılar tam tersi yönde otoriter bir devlet kurmaya kalkar. Bir ütopya devletinden başka bir ütopya devletine geçişi görmeye başlarız. Yeni kurulan devletin yönünü belirlemeye çalışan bu kavgalar yapılırken ülkede her gün elli civarında insan vebadan ölmeye devam etmektedir. Hikâyenin anlatıcısı 1980’li ve 2000’li yılların Minger devletini anlatırken de devletin baskıcı ve otoriter tutumlarından şikâyet etmektedir. Minger devletinde olduğu gibi Türkiye’nin de temel ideolojisi otoriterliktir. Ancak, başka çare kalmadığı zaman, ekonomi de duvara tosladığı zaman demokratik değerler ve liberal politikalar akla gelir. Türkiye’nin 1946’daki demokrasiye geçişi, 24 Ocak Kararları, 5 Nisan Kararları, 2001 Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı bunun örneğidir. Sistem yürüyemez hale gelince liberal politikalar hatırlanır. Minger adasında da işler yürüyemez hale gelince ülkenin yönetimi daha ılımlı olan karantina doktoru ile eşi Pakize Sultan’a bırakılır. Daha ılımlı ve liberal politikalarla veba salgını sona erdirilir. Ardından Minger devletinin bürokratları iktidarı ele geçirir ve yeniden otoriter bir devlet kurar. Türkiye de aynen böyledir. Sistem tıkanınca demokrasiye ve liberal değerlere başvurulur. Ardından ülke yeniden otoriterliğe teslim edilir. Bu romanda geçen Mingerya yerine Türkiye, başkent olan Arkaz şehri yerine de Ankara yazsak hiç yabancılık çekmeyiz.
Hikâyenin anlatıcısı Mina Mingerli adında bir tarihçidir. Adından da anlaşılacağı üzere Mingerlidir. Mina Mingerli, romandaki hikâyeyi anlatırken hem olayları tarihçilerin nasıl yazdığını hem de gerçekte nasıl yaşandığını anlatıyor. Tarihçilerin anlatısı ile gerçekte yaşananlar arasındaki ciddi farklılıkların ve abartıların olması bizlere Orhan Pamuk’un resmî tarih eleştirisini de gösteriyor. Orhan Pamuk, bir devlet kurulurken yazılan resmî tarihin gerçekleri yansıtmayabileceğini bazen de abartı olabileceğini bizlere hatırlatmak istiyor.
Netice
Öyküde otoriter devlet eleştirilerini iyi yansıtmış olmasına rağmen karakterler stereotip yazılmış, olayların hazırlık süreçleri zayıf kalmış, neden/sonuç ilişkileri üzerinde pek durulmamıştır. Yazar tarihî konulara olan göndermelere titizlikle çalıştığı halde anlatım tekniğine iyi hazırlanmadığı ve romanın aceleye geldiği göze çarpmaktadır. Böylece bu roman okuyucu için yorucu bir aktiviteye dönüşmektedir. Ayrıca yazarın dili ile ilgili de bazı problemler görülmektedir. Ben dil bilimci değilim fakat gözüme çarpan iki hatayı yazayım. Bir konsolosun adını Türkçe okunuşu ile Corc şeklinde yazarken, Uşi Anlaşmasını Türkçe okunuşu şeklinde değil de Ouchy şeklinde yazması oldukça özensiz çalıştığını göstermektedir. Ya hepsini Türkçe okunuşuyla yazarsınız ya da hepsini orijinal haliyle. Bir başka örnek ise İstanbul kelimesidir. Dönemin diline özen gösterdiğini okuyucuya göstermek için Fransız ihtilâlinin üç temel ilkesini Hürriyet, Müsavat ve Uhuvvet diye vurgulayan yazar İstanbul’u ifade ederken o dönemdeki evraklarda geçen resmî ismi olan Dersaadet ismini kullanmıyor. Bildiğimiz üzere bu bölge çok sonraları İstanbul diye adlandırılır. Bunun gibi hatalar aslında görmezden gelinebilir fakat özensiz çalışıldığını da gösterir.
Bir sosyal bilim konusu olan Türkiye’nin erken cumhuriyet döneminin eleştirisinin kurgu yoluyla hipotezleştirilmesini ve roman şeklinde sunulması fikrini yaratıcı buluyorum. Fakat bu romanın içerdiği teknik problemlerden dolayı bu konunun altından kalkamadığını düşünüyorum. Bu roman sosyal bilimcilere yöntem öğretecek bir potansiyel taşırken, anlatım tercihi ve edebî eksikliklerinden dolayı bu potansiyeli boşa harcamış görünüyor.
Cihan Güneş